img

 

img img
HAFTANIN YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
2008/3-159 E., 2008/158 K., T. 20.02.2008

Yargıtay 6. Ceza Dairesi
E. 2013/30318, K. 2016/5595, T. 29.06.2016

Danıştay 4. Daire
2011/5313 E., 2014/3205 K. T. 08/05/2014

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi
İptal Davaları/İtiraz Davaları

2016/36 E., 2016/187 K.
Karar Tarihi: 14.12.2016

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
2008/3-159 E., 2008/158 K., T. 20.02.2008
Mahkemesi: Sulh Hukuk Mahkemesi

ÖZET : Taraflar arasındaki “itirazın iptali” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Yerköy Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 24.08.2006 gün ve 180-305 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 3.Hukuk Dairesinin 21.11.2006 gün ve 2006/14874-15767 sayılı ilamı ile; (...Davacı dilekçesinde, davalı ile aralarında araç alım-satımından kaynaklanan bir alışveriş nedeni ile senet düzenlendiğini, ancak senedin zamanaşımına uğraması nedeni ile davalı aleyhine adi takip yaptıklarını, davalının da bu takibe itirazda bulunduğunu beyan ederek, itirazın iptali ile %40 inkar tazminatına karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı savunmasında, davacıdan araç satın almadığını, kaldı ki araç satış işlemlerinin noterde yapılması gerektiğini ifade etmiştir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. M.K.mad.6 gereği "kural olarak herkes iddiasını ispat etmekle mükelleftir" taraflar arasındaki senet zamanaşımına uğradığı için, artık taraflar arasındaki temel hukuki ilişkiye inilmesi gerekecektir. Davalı taraf, davacıyla aralarındaki hukuki ilişkiyi (davacıdan araç satın aldığını) inkâr ettiğine göre ispat yükü davacıya aittir. Davacı davalıya araç sattığını ve dava konusu alacağında bu satıştan kaynaklandığını ispat etmekle yükümlüdür. Her ne kadar yargılama sırasında dinlenilen davacı tanıkları taraflar arasında araba alım satımı yapıldığına ilişkin beyanda bulunmuşlarsa da miktar itibariyle olayda tanık dinlenemeyeceği ve davacının da dilekçesinde yemin deliline dayandığının anlaşılması karşısında davacı tarafa yemin teklif etme hakkının bulunduğu hatırlatılarak, yaptırılacak yeminin sonucuna uygun bir karar verilmesi gerekirken, yanlış gerekçeler ile davanın kabulüne karar verilmesi bozmayı gerektirmiştir. Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI: Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava zamanaşımına uğramış bonoya dayalı olarak genel haciz yoluyla yapılan icra takibinde itirazın iptali istemine ilişkindir. Davacı S.. Ş.., davalı ile aralarında yaptıkları araç satım sözleşmesi nedeniyle davalının kendisine senet verdiğini ancak süresinde ödemediğini, bu nedenle zamanaşımına uğramış bonoya dayalı olarak genel haciz yoluyla icra takibi yaptığını ancak davalının haksız şekilde borca itiraz ettiğini ileri sürerek itirazın iptaline karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı Y.. H… davayı kabul etmediğini belirterek davanın reddini istemiştir. Yerel Mahkeme “Zamanaşımına uğramış bono yazılı delil başlangıcı sayılır. Bononun dayandığı alt ilişkinin varlığı tanık dahil her türlü delille kanıtlanabilir. Davacı dinlettiği tanıkları aracılığı ile davalı ile arasındaki alt ilişkiyi yani araç alım satımını ve bononun bu nedenle alındığını ispatlamıştır. Davalı vekiline delil ibrazı için süre verilmiş ve davalı vekili yalnızca tanık deliline başvurarak mahkemede bu tanıkları, taraflar arasında bononun verilmesine esas alım satımın olmadığını ispatlamak için dinletmek istediğini beyan etmiş, menfi bir durumun ispatı mümkün olmadığından, davalının tanık dinletme talebi reddedilmiş, davanın kabulüne karar vermek gerekmiştir.” gerekçesi ile davanın kabulüne, itirazın iptali ile takibin kaldığı yerden devamına karar vermiş; davalı vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairece yukarıdaki gerekçe ile bozulmuş, Yerel Mahkeme önceki kararında direnmiştir. Türk Ticaret Kanunu’nun 661.maddesi uyarınca zamanaşımına uğramış bir bonoda yazılı alacak, temel ilişkiye dayanılmak suretiyle talep edilebilir. O ilişkiden doğan bir alacağın bulunduğu ve alacak miktarını kanıtlama yükümlülüğü de davacı tarafa aittir. Hukuk Genel Kurulunun 4.4.2007 gün ve 2007/13-153 E.,2007/183 sayılı Kararında da benimsendiği gibi “Zamanaşımına uğrayan ve imzası inkâr edilmeyen bono, temel borç ilişkisi bakımından yazılı delil başlangıcı niteliğindedir.” Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 292.maddesine göre, senetle ispatı gereken bir konuda yazılı delil başlangıcı mevcut ise, tanık dinlenmesi mümkündür. Görülmekte olan davada, davacı zamanaşımına uğrayan bonoya dayalı olarak davalı ve kardeşi hakkında genel haciz yoluyla icra takibi yapmış ancak davalının itirazı üzerine takip durmuştur. Bu durumda davacı taraf, aralarındaki temel ilişkinin varlığını kanıtlamakla yükümlüdür. Belirtildiği üzere, takip dayanağı zamanaşımına uğramış bono, temel ilişki yönünden yazılı delil başlangıcı niteliğinde olup davacı tarafın buna dayalı olarak tanık dinletme hakkı bulunmaktadır. Davacı dinletmiş olduğu tanıklar ile taraflar arasındaki temel ilişkinin varlığını ve senedin bu nedenle verilmiş olduğunu kanıtlamıştır. O halde artık; senet üzerinde yazılı bedeli ödediğini ispat etmesi gereken davalıdır. Davalı dava konusu alacak miktarını tanıkla ispat edemeyeceği gibi bu konuda tanıkta dinletemez.

SONUÇ: Davalı vekili başka delilde göstermemiştir. Ayrıca, yemin deliline de dayanmamıştır. Açıklanan nedenlerle senet üzerindeki bedeli ödediğini ispat edememiştir. Direnme kararı bu sebeplerle doğru olup onanması gerekir. Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, aşağıda dökümü yazılı (86,00) YTL harcın temyiz edenden alınmasına 20.02.2008 gününde oybirliğiyle karar verildi.


Yargıtay 6. Ceza Dairesi
E. 2013/30318, K. 2016/5595, T. 29.06.2016
Mahlemesi: Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi
SUÇ: Parada Sahtecilik

ÖZET: 07.09.2012 tarihli olay tutanağının içeriğine göre, kolluk görevlilerinin devriye görevi ifa ettikleri sırada durumundan şüphelendikleri suça sürüklenen çocuğun yapılan üst aramasında 200 TL sahte para ele geçirildiği anlaşılmaktadır.

KARAR: CMK’nın 116 ve 119. Maddelerine göre "adli arama", şüphelinin veya sanığın yakalanması ya da suç delillerinin elde edilmesi için yapılan aramadır. Somut bir suçun işlendiği şüphesi varsa adli arama yapılabilir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 2013/610-2014/512, 2013/841-2014/513 ve 2014/166-514 sayılı kararlarında da belirtildiği üzere; adli arama kararı alınmasını gerektiren olayda arama kararı alınmadan arama yapılması hukuka aykırıdır. Böyle bir arama sonucu bulunan ve suçun maddi konusunu oluşturan deliller ya da suçun maddi konusu "hukuka aykırı yöntemlerle elde edilmiş" olacağından, ikrar bulunsa bile Anayasa'nın 38. maddesinin 6. fıkrası ile CMK’nın 206. Maddesinin 2. fıkrasının (a) bendi, 217. Maddesinin 2. fıkrası, 230. Maddesinin 1. fıkrasının (b) bendi uyarınca hükme esas alınamaz. Somut olayda şüphe üzerine yapılan takip nedeniyle faili belli olan bir suçun işlendiği konusunda şüphe oluşmuştur. CMK’nın 116, 117 ve 119. Maddelerine uygun şekilde "adli arama kararı" alınmadan, sanığın üzerinde arama yapılması hukuka aykırıdır. Bu arama sonucu bulunan sahte para ise hem "suçun maddi konusu" hem de "suçun delili" olup "hukuka aykırı yöntemle elde edildiğinden hükme esas alınamaz." İsnat olunan suçun maddi konusu olan sahte paranın hukuka aykırı yöntemle elde edilmesi nedeniyle hükme esas alınamayacağı ve buna bağlı olarak suçun unsurunun oluşmadığı gözetilmeden, sanık hakkında beraat yerine mahkûmiyet hükmü kurulması, yasaya aykırı, suça sürüklenen çocuk müdafinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebepten dolayı 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken CMUK’nın 321. Maddesi uyarınca (BOZULMASINA), 17.09.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Muammer TOPAL’IN karşı oyları ve OYÇOKLUĞUYLA 23.11.2016 tarihinde karar verildi.


Danıştay 4. Daire
2011/5313 E., 2014/3205 K. T. 08/05/2014
MAHKEME: Vergi Mahkemesi

TALEP: Düzeltme beyannamesi üzerine tahakkuk ettirilen geçici vergi için hesaplanan pişmanlık zammının, normal vade tarihinden hangi tarihe kadar hesaplanması gerektiği hakkında.

ÖZET: 2009/7-9 dönemi geçici vergi beyannamesini pişmanlıkla 14.06.2010 tarihinde düzeltme beyannamesiyle veren davacı adına hesaplanan pişmanlık zammının 47,302,71 TL'lik kısmının iadesi istemiyle dava açılmıştır. Ankara 3. Vergi Mahkemesinin 07/03/2011 günlü ve E:2010/1992, K:2011/370 sayılı kararıyla; davacının 2009 yılının 7-9 dönemi geçici vergi matrahını eksik beyan ettiği ve Hazineye vadesinde ödemesi gereken vergiyi ödemediği, anılan geçici verginin ilgili dönem kurumlar vergisinden mahsup edilmesi gereken tarihe kadar söz konusu geçici vergi kadar tutarı kullandığı, geçici verginin vadesinde ödenmesi haliyle karşılaştırıldığında kendisine kurumlar vergisinden mahsup tarihine kadar yarar sağladığının açık olduğu, geçici vergiye, normal vade tarihinden kurumlar vergisinden mahsup edildiği tarihe kadar 6183 sayılı Kanun'un 51'nci maddesinde belirtilen nispette gecikme zammı uygulanmasının hukuka ve hakkaniyete uygun olduğu, bu nedenle, eksik beyan dolayısıyla hiç ödenmeyen geçici vergi için, pişmanlıkla verilen düzeltme beyannamesi nedeniyle normal vade tarihinden kurumlar vergisinden mahsup tarihine kadar hesaplanan ve iadesi istenen pişmanlık zammının 47,302,71 TL'lik kısmında hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek kararın bozulması istenilmektedir.

KARAR: TÜRK MİLLETİ ADINA Hüküm veren Danıştay Dördüncü Dairesince gereği görüşüldü: 2009/7-9 dönemi geçici vergi beyannamesini pişmanlıkla 14.06.2010 tarihinde düzeltme beyannamesiyle veren davacı adına hesaplanan pişmanlık zammının 47,302,71 TL'lik kısmının iadesi istemiyle açılan davayı reddeden Vergi Mahkemesi kararı temyiz edilmiştir. Dosyanın incelenmesinden, davacının 2009/7-9 dönemi geçici vergi beyannamesini eksik beyan ettiği, daha sonra eksik beyan edilen geçici vergi için mahsup süresi geçtikten sonra 14.06.2010 tarihinde düzeltme beyannamesi verildiği, düzeltme beyanı üzerine tahakkuk ettirilen geçici vergiye ilişkin olarak hesaplanan pişmanlık zammının 01.04.2010 tarihine kadar hesaplandığı ancak pişmanlık zammının 2009/7-9 dönemine ait geçici verginin, 4. dönem geçici vergiden mahsup edileceği tarih olan 01.02.2010 tarihine kadar hesaplanması gerektiği, dolayısıyla fazladan hesaplandığı iddia edilen pişmanlık zammının 47,302,71 TL'lik kısmının iadesi istemiyle dava açıldığı, Vergi Mahkemesince eksik beyan dolayısıyla hiç ödenmeyen geçici vergi için pişmanlıkla verilen düzeltme beyannamesi nedeniyle normal vade tarihinden kurumlar vergisinden mahsup tarihine kadar hesaplanan ve iadesi istenen pişmanlık zammının 47,302,71 TL'lik kısmında hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. Uyuşmazlık, düzeltme beyannamesi üzerine tahakkuk ettirilen geçici vergi için hesaplanan pişmanlık zammının normal vade tarihinden hangi tarihe kadar hesaplanması gerektiğine ilişkindir. Yıl içerisinde ödenen geçici vergiler kümülatif olarak toplanıp yıllık beyanname verme döneminde gelir veya kurumlar vergisinden mahsup edilir. Bir geçici vergi döneminde tahakkuk edip ödenen geçici vergi, bir sonraki dönem toplam matrah üzerinden hesaplanan geçici vergiden mahsup edilip kalan kısım ödenir. Yıl içerisinde ödenen geçici vergiler için uygulama bu şekildedir. Dolayısıyla, 2009/7-9 dönemi kurumlar geçici vergi beyannamesinin eksik beyan edilmesi sonucu eksik beyan edilen tutar kadar ödenmeyen geçici vergi için hesaplanacak pişmanlık zammının bir sonraki geçici vergiden mahsup edileceği tarihe kadar hesaplanması gerekmektedir. Bu nedenle pişmanlık zammı, 2009/7-9 dönemi kurumlar geçici vergisinin normal vade tarihinden 2009/10-12. dönem geçici vergisinden mahsup edileceği tarihe kadar hesaplanacaktır. Bu durumda, fazladan hesaplandığı iddia edilen pişmanlık zammının iadesi istemiyle açılan davayı reddeden Vergi Mahkemesi kararında hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, temyiz isteminin kabulüne ve Ankara 3. Vergi Mahkemesinin 07/03/2011 günlü ve E:2010/1992, K:2011/370 sayılı kararının bozulmasına, 08/05/2014 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY: Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar, temyize konu mahkeme kararının bozulmasını sağlayacak nitelikte bulunmadığından temyiz isteminin reddi gerektiği görüşüyle karara karşıyım.


Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi İptal Davaları/İtiraz Davaları
2016/36 E., 2016/187 K.
Karar Tarihi: 14.12.2016
İTİRAZ YOLUNA BAŞVURAN: Kayseri Aile Mahkemesi

BAŞVURUNUN KONUSU: 22. 22.11.2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 219. Maddesinin ikinci fıkrasının (4) numaralı bendinin, Anayasa’nın 2. ve 35. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptaline karar verilmesi talebidir.11.2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 219. Maddesinin ikinci fıkrasının (4) numaralı bendinin, Anayasa’nın 2. ve 35. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptaline karar verilmesi talebidir.

OLAY: Davacı tarafından daha önce boşandığı eşine karşı açılan mal rejiminin tasfiyesi ile katkı payı ve katılma alacağı davasında, itiraz konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu kanısına varan Mahkeme, iptali için başvurmuştur.

İPTALİ İSTENİLEN KANUN HÜKMÜ: Kanun’un, itiraz konusu kuralın da yer aldığı 219. Maddesi şöyledir: “Edinilmiş mal, her eşin bu mal rejiminin devamı süresince karşılığını vererek elde ettiği malvarlığı değerleridir. Bir eşin edinilmiş malları özellikle şunlardır: 1. Çalışmasının karşılığı olan edinimler, 2. Sosyal güvenlik veya sosyal yardım kurum ve kuruluşlarının veya personele yardım amacı ile kurulan sandık ve benzerlerinin yaptığı ödemeler, 3. Çalışma gücünün kaybı nedeniyle ödenen tazminatlar, 4. Kişisel mallarının gelirleri,5. Edinilmiş malların yerine geçen değerler.”

ESASIN İNCELENMESİ: Başvuru kararı ve ekleri, Raportör Berrak YILMAZ tarafından hazırlanan işin esasına ilişkin rapor, itiraz konusu kanun hükmü, dayanılan ve ilgili görülen Anayasa kuralları ile bunların gerekçeleri ve diğer yasama belgeleri okunup incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü.

İTİRAZIN GEREKÇESİ: Başvuru kararında özetle, 4721 sayılı Kanun’un yasal mal rejimini edinilmiş mallara katılma olarak belirlediği, aksi sözleşme ile belirlenmedikçe taraflar arasında bu mal rejiminin uygulanacağı, Kanun’da kişisel malların sınırlı sayıda ve son derece kısıtlı bir şekilde sayıldığı, son derece kısıtlı sayılan kişisel malların ayrıca gelirlerinin de katılma alacağına konu edileceğine ilişkin hükmün mülkiyet hakkına makul bir gerekçe olmaksızın yapılan müdahale olduğu, eşler arasında mülkiyet yönüyle adeta özel mülkiyetin terkedilip sosyalist ülkelerde uygulanan ortak anlayışın benimsendiği, diğer eşe bu şekilde bir mali hak tanınmasının resmi evlilikleri engelleyeceği, bu nedenlerle, makul ve kabul edilebilir bir gerekçe olmaksızın kişisel malların gelirlerinin de edinilmiş mallardan sayılması hakkında kuralın, Anayasa’nın 2. ve 35. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

ANAYASA’YA AYKIRILIK SORUNU: 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 43. maddesi uyarınca, kural ilgisi nedeniyle Anayasa’nın 13. ve 41. maddeleri yönünden de incelenmiştir. İtiraz konusu kuralın yer aldığı 4721 sayılı Kanun’un 219. Maddesinin birinci fıkrasında, edinilmiş malın, her eşin bu mal rejiminin devamı süresince karşılığını vererek elde ettiği malvarlığı değerleri olduğu belirtilmiş, maddenin ikinci fıkrasında yer alan bentlerde ise bir eşin edinilmiş mallarının neler olduğuna örnekler verilmiştir. Maddenin (4) numaralı bendinde “Kişisel mallarının gelirleri,” ibaresine yer verilmek suretiyle, evlilik süresi içinde kişisel mallardan elde edilen gelirler de edinilmiş mallar arasında sayılmıştır. Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Anayasa’nın 35. maddesinde, “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” denilmektedir. Mülkiyet hakkı, kişiye başkasının hakkına zarar vermemek ve kanunların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla, sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, ürünlerinden yararlanma ve tasarruf olanağı veren bir haktır. Anayasa’nın 35. maddesinin birinci fıkrasında “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir” denilmek suretiyle mülkiyet hakkı temel hak ve özgürlükler arasında sayılmış ve güvence altına alınmıştır. Maddenin ikinci ve üçüncü fıkralarında ise bu hakkın, kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği ve mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı belirtilerek bu hakkın mutlak olmadığı ve kamu yararı amacıyla sınırlandırılabileceği kabul edilmiştir. Ancak, bu sınırlamalar Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan güvencelere aykırı olamaz. Anayasa’nın 13. maddesinde, “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir. Temel hak ve özgürlükler özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’da öngörülen sebeplerle ve ancak kanunla sınırlanabilir. Dokunulamayacak “öz”, her temel hak ve özgürlük açısından farklılık göstermekle birlikte kanunla getirilen sınırlamanın hakkın özüne dokunmadığının kabulü için temel hakların kullanılmasını ciddî surette güçleştirip, amacına ulaşmasına engel olmaması ve etkisini ortadan kaldırıcı bir nitelik taşımaması gerekir. Temel hak ve özgürlüklerin özlerine dokunulmaksızın yapılan sınırlamalar yönünden ise bu sınırlamaların, demokratik toplum düzeninin gerekleri ile ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Bir başka deyişle, öze dokunan sınırlamalar, “demokratik toplum düzeninin gerekleri” ve “ölçülülük” ilkelerine evleviyetle aykırı olacağından, temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunan sınırlamalar yönünden “demokratik toplum düzeninin gerekleri” ve “ölçülülük” ilkeleri bakımından ayrıca inceleme yapılmasına gerek bulunmamaktadır. Öze dokunma yasağını ihlal etmeyen müdahaleler yönünden gözetilmesi öngörülen “demokratik toplum düzeninin gerekleri” kavramı, öncelikle ilgili hak yönünden getirilen sınırlamaların zorunlu ya da istisnai tedbir niteliğinde olmalarını, başvurulabilecek en son çare ya da alınabilecek en son önlem olarak kendilerini göstermelerini gerektirmektedir. “Demokratik toplum düzeninin gerekleri” nden olma, bir sınırlamanın demokratik bir toplumda zorlayıcı bir toplumsal ihtiyacın karşılanması amacına yönelik ve ölçülü olmasını ifade etmektedir.

Anayasa’nın 13. maddesinde ifade edilen “ölçülülük ilkesi”, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin başvurularda dikkate alınması gereken bir diğer ilkedir. Demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkeleri, iki ayrı kriter olarak düzenlenmiş olmakla birlikte bu iki kriter arasında sıkı bir ilişki vardır. Temel hak ve özgürlüklere yönelik herhangi bir sınırlamanın, demokratik toplum düzeni için gerekli nitelikte, başka bir ifadeyle öngörülen kamu yararı amacını gerçekleştirmekle birlikte, temel haklara en az müdahaleye olanak veren ölçülü bir sınırlama niteliğinde olup olmadığının incelenmesi gerekir. Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan ve aralarında sıkı bir ilişki bulunan, “temel hak ve hürriyetlerin özü”, “demokratik toplum düzeninin gerekleri” ve “ölçülülük ilkesi” kavramları, bir bütünün parçaları olup, “demokratik bir hukuk devleti” nin özgürlükler rejiminde gözetilmesi gereken temel ölçütleri oluşturmaktadır. Demokratik toplum mülkiyet hakkının tüm bireyler açısından mümkün olan en geniş şekilde güvence altına alındığı bir düzeni gerektirir. Demokrasilerde devlete düşen görev, bireyin mülkiyet hakkına sahip olmasını sağlamak, özellikle de bu imkânı ortadan kaldırmaya yönelik tutumlardan kaçınmak ve bu yönde gelebilecek olumsuz müdahaleleri engellemektir. Mülkiyet hakkına demokratik toplum düzeni yönünden zorunlu olmadıkça Devletin müdahale etmemesi gerekir. Mülkiyet hakkı meşru amaçlarla sınırlandırılabilir ise de sınırlama kişilerin bu hakkını yok edecek veya kullanılamaz hale getirecek şekilde yapılmamalıdır. Anayasa’nın 41. maddesinde, “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar.” denilmiştir. Aileyi Türk toplumunun temeli olarak tanımlayan Anayasa’nın 41. maddesinde, ailenin birey ve toplum hayatındaki önemine işaret edilmiş; Devlete, ailenin korunması için gerekli tedbirleri alma ve teşkilatı kurma konusunda ödevler yüklenmiştir. Böylece aile kurumuna anayasal koruma sağlanmıştır. Bu düzenlemeyle eşler ve çocuklardan oluşan ailenin birlik ve bütünlüğünün korunması amaçlanmaktadır. Nitekim uluslararası hukukun temel belgelerinden olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 16. ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 10. maddelerinde de ailenin, toplumun doğal ve temel unsuru olduğu ve devlet tarafından korunmasının gerektiği belirtilmiştir. Toplumun sağlıklı bir şekilde gelişebilmesi, ilişkilerin huzur, barış ve güvenlik içinde yürüyebilmesi için Türk toplumunun temeli olan aile kurumunun sağlam temellere oturtulması gereklidir. Bu sebeple de aile kurumunu koruyucu ve kollayıcı düzenlemeler yapmak Devletin Anayasa’da ifade edilen pozitif yükümlülükleri arasındadır. Devlet, ailenin korunmasıyla ilgili olarak sahip olduğu müdahale, denetleme görev ve yetkisi kapsamında, aile ilişkilerinin kurulması, devamı ve sona ermesiyle ilgili düzenlemeler yaparak gerek eşlerin kendi aralarında gerekse ana, baba ile çocuklar arasındaki kişisel ve mali ilişkileri düzenleyen birtakım hukuk kuralları öngörebilir. Bu bağlamda kanun koyucu, 4721 sayılı Kanun’un 202. ile 281. Maddeleri arasında, eşlerin evlilik birliğinden önce ve/veya evlilik birliği devam ederken sahip oldukları mal varlıkları üzerindeki hak ve yükümlülüklerini, sorumluluklarını ve sona erme halinde mal varlığı değerlerinin akıbetini düzenleyen mal rejimleriyle ilgili ayrıntılı düzenlemeler yapmıştır. Toplumun, dünya görüşü, evlilik ve parasal konulardaki düşünceleri, evlilikten beklentileri, ihtiyaç ve arzuları birbirinden tamamen farklı olan bireylerden ve bu bireylerin oluşturduğu değişik aile tiplerinden meydana gelmesi nedeniyle, yasal mal rejimi olarak öngörülecek tek bir mal rejiminin bütün aile tiplerinin ihtiyaçlarını karşılayamayacağı açıktır. Bu bağlamda kanun koyucu, farklı beklentilere göre “mal ayrılığı”, “paylaşmalı mal ayrılığı” ve “mal ortaklığı” gibi farklı mal rejimleri belirlemiştir. Eşler, Kanunda belirlenen mal rejimlerinden birini evlenmeden önce veya sonra mal rejimi sözleşmesi yapmak suretiyle seçebilir, kaldırabilir veya değiştirebilirler.

Eşlerin bunun için Kanun’un 205. Maddesi uyarınca noterde bir mal rejimi sözleşmesi yapmaları veya aralarında yaptıkları yazılı sözleşmeyi notere onaylatmaları yeterlidir. Aksinin kararlaştırılmadığı durumlarda ise kanun koyucu aile birliğinin sona ermesi durumunda eşler arasındaki mali ilişkiler bakımından hukuki bir boşluk oluşmasını engellemek amacıyla Kanun’un 202. Maddesinde yasal mal rejimi olarak edinilmiş mallara katılma rejimini benimsemiştir. Kanun’un 218. Maddesine göre edinilmiş mallara katılma rejimi, edinilmiş mallar ile eşlerden her birinin kişisel mallarını kapsar. Bir başka deyişle yasal mal rejimindeki bütün malvarlığı değerleri ya kişisel maldır ya da edinilmiş maldır. Üçüncü bir mal grubundan söz edilemez. Bu rejim esas itibarıyla mal ayrılığı rejiminde olduğu gibi mal rejiminin devamı sırasında, eşlerin malvarlıklarının birbirinden bağımsız ve ayrı kalması ve evlendikten sonra edinilen malların paylaşılması esasına dayanmaktadır. Edinilmiş mal rejimi sona erdiğinde, kişisel mal olarak kabul edilen mallar dışında, eşlerin mal rejimi süresince elde ettikleri bütün malları edinilmiş mal olarak kabul edilmekte ve yarı oranında paylaşıma tabi tutulmaktadır. İtiraz konusu kuralın yer aldığı maddede, edinilmiş malın, her eşin bu mal rejiminin devamı süresince karşılığını vererek elde ettiği malvarlığı değerleri olduğu belirtilerek edinilmiş mallarının neler olduğu sayılmaktadır. İtiraz konusu kuralla ise edinilmiş mal rejiminde kişisel malların gelirlerinin edinilmiş mal olacağı öngörülmektedir. 4721 sayılı Kanunun 220. Maddesinde kişisel mallar; eşlerden birinin yalnız kişisel kullanımına yarayan eşya, mal rejiminin başlangıcında eşlerden birine ait bulunan veya bir eşin sonradan miras yoluyla ya da herhangi bir şekilde karşılıksız kazanma yoluyla elde ettiği malvarlığı değerleri, manevî tazminat alacakları ve kişisel mallar yerine geçen değerler olarak gösterilmiştir. 4721 sayılı Kanun’un 685. Maddesine göre ise bir şeyin maliki, onun ürünlerinin de maliki olur. Ürün ise dönemsel olarak elde edilen doğal veya hukuki ürünler ile bir şeyin özgülendiği amaca göre adetler gereği ondan elde edilmesi uygun görülen diğer verimlerdir. Eşlerin mal rejimi süresince bu şekilde elde ettikleri kişisel mallarının gelirleri de edinilmiş mal olarak kabul edilerek eşler arasında yarı oranında paylaşıma tabi tutulacaktır. Kuralın, kişisel malların evlilik birliği içinde elde edilen gelirleri üzerinde diğer eşe yarı oranında hak tanımak suretiyle mülkiyet hakkına müdahalede bulunduğu anlaşılmaktadır. Kuralla, kişisel malların gelirlerinin eşler arasında paylaştırılması öngörülmek suretiyle bu hakka müdahalede bulunulmuş ise de malikin kişisel mallarının gelirleri üzerindeki mülkiyet hakkının tamamı hukuken ortadan kaldırılmadığından hakkın özüne dokunan bir müdahale bulunmamaktadır. Bu nedenle değerlendirilmesi gereken bu müdahalenin meşru amaçlara dayanıp dayanmadığı, söz konusu kısıtlamanın demokratik toplum düzeninin gerekleri ile ölçülülük ilkesine uygun olup olmadığıdır. Edinilmiş mal rejimiyle kanun koyucunun öngördüğü amaç, genel gerekçede ifade edildiği üzere mal ayrılığı şeklindeki yasal mal rejiminin uygulamada ortaya çıkardığı hakkaniyete aykırı sonuçları gidermektir. Zira 743 sayılı mülga Medeni Kanun, mal ayrılığı rejimini yasal mal rejimi olarak kabul ettiğinden, eşler arasındaki evlilik birliği sona erdiğinde, eşlerin birbirinin malları üzerinde herhangi bir paylaşım hakkı mevcut olmayıp herkes kendi mal varlığını almaktaydı. Anılan sistemde, eşlerin birbirlerine mal edinmelerinde katkıları olması nedeniyle birbirlerinin mal varlığını zenginleştirdikleri halde, evlilik birliğinin sona ermesi halinde bu artıştan hiç pay alamamaları hakkaniyete aykırı bulunmuştur. Bu durum özellikle, çalışma hakları eski 743 sayılı Kanuna göre kocanın iznine bağlı evli kadınların ağır mağduriyetine sebep olmuştur. İtiraz konusu kuralın eşlerden birinin evlilikten sonra edindiği değerlerde diğer eşin katkısı, desteği varsayılarak kişisel malların evlilik birliği içinde edinilen gelirlerinin ortak paylaşımını öngörerek ailenin özellikle kadınların korunmasını sağlamak için kamu yararı amacıyla çıkarıldığı açıktır.

Kuralın ayrıca eşler tarafından beraberce yönetilen evlilik birliğinin giderlerine, eşlerin güçleri oranında emek ve malvarlıklarının katılması amacını gerçekleştirmeye yönelik olarak adil ve dengeli bir sistem öngördüğü anlaşılmaktadır. Bu nedenle kuralla mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin meşru bir amaca dayanmadığı söylenemez. Öte yandan, edinilmiş mallara katılma rejimi, eşlerin 4721 sayılı Kanun’da belirlenen mal rejimlerinden herhangi birini, mal rejimi sözleşmesi yapmak suretiyle belirlemedikleri durumda geçerli olacak olan yasal mal rejimidir. Kanun koyucu, evlilik kurumuna verdiği önem çerçevesinde eşlerin mal rejimi belirlemediği durumlarda hukuki bir boşluk oluşmasının önüne geçmek amacıyla takdir yetkisi kapsamında bir tercihte bulunmuş ve bu durumda geçerli olacak edinilmiş mallara katılma rejiminin tasfiye usulünde kişisel malların gelirlerini edinilmiş mal olarak kabul etmiştir. Bununla birlikte kanun koyucu, eşlerin, söz konusu yasal mal rejimini, evlilik birliğinden önce ve/veya evlilik birliği devam ederken mal rejimi sözleşmesiyle farklı bir mal rejimi kabul etmek suretiyle değiştirilebilmelerini ve edinilmiş mal rejimine devam ederken Kanunun 221. Maddesinde açık bir şekilde ifade edildiği gibi kişisel malların gelirlerinin edinilmiş mallara dâhil olmayacağını kararlaştırabilmelerini de mümkün kılmıştır. Tüm bu düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin makul ve kabul edilebilir olduğu açıktır.Dolayısıyla kuralda demokratik toplum düzeninin gerekleri ile ölçülülük ilkesine aykırı bir yön bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 2., 13., 35. ve 41. maddelerine aykırı değildir. İptal talebinin reddi gerekir.

HÜKÜM: 22.11.2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 219. Maddesinin ikinci fıkrasının (4) numaralı bendinin, Anayasa’ya aykırı olmadığına ve itirazın REDDİNE, Serruh KALELİ ile Celal Mümtaz AKINCI’nın karşı oyları ve OYÇOKLUĞUYLA, 14.12.2016 tarihinde karar verildi.


BaroKart Blog'da bulunan Yüksek Mahkeme Kararları yargitay.gov.tr, danistay.gov.tr, anayasa.gov.tr resmi internet sitelerinden alınmıştır.

NASIL ÇALIŞIR?

Otobil'inizi akaryakıt satış görevlisine gösterin. Akaryakıt satış görevlisi sisteme otobilinizi okuttuktan sonra otomatik olarak BaroKart’ ınız içerisinde bulunan bakiyenizden akaryakıt tutarı düşecek ve size sağlanan avantaj anında BaroKart'ınıza yansıtılacaktır.

Başvuru yapmak için tıklayınız.