img

 

img img
HAFTANIN YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

Yargıtay 22. Hukuk Dairesi
2017/29771 E.-2017/7223 K.T. 30.03.2017

Yargıtay 15. Ceza Dairesi
2017/16715 E.-2017/9828 K.T. 24.04.2017

Danıştay 12. Daire Başkanlığı
2015/1975 E.- 2017/3074 K.T. 07/06/2017

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi İkinci Bölüm
Başvuru Numarası: 2014/15852
Karar Tarihi: 23/3/2017

Yargıtay 22. Hukuk Dairesi
2017/29771 E.-2017/7223 K.T. 30.03.2017
Mahkemesi: İş Mahkemesi
KONU: İşçi Alacağı

ÖZET: Taraflar arasında feshin işverence yapıldığı hususu tartışmasızdır. İşçi iş sözleşmesinin davalı işverence haklı neden olmaksızın feshedildiğini iddia etmiş, işveren haklı nedenle feshettiğini savunmuştur. Dosyadaki bilgi ve belgelerin incelenmesinden, davalı işyerinde anılan tarihler arasında çalışan davacının, izinsiz ve mazeretsiz olarak 28.04.2009, 29.04.2009 ve 30.04.2009 tarihlerinde işe gelmediği, bu hususun davalı işveren tarafından usulüne uygun şekilde tutanaklarla tespit edildiği anlaşılmıştır.

KARAR: Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak, iş sözleşmesinin işverence haklı nedenle feshedildiğinin ispatlanamadığı gerekçesi ile davanın kısmen kabulüne karar verilmesi üzerine Dairemizce yapılan temyiz incelemesinde karar, iş sözleşmesinin işverence haklı nedenle feshedildiği gerekçesi ile bozulmuş, anılan bozma ilamına direnilmesi sonrasında Hukuk Genel Kurulunca yapılan incelemede mahkemece verilen direnme kararının usul hukuku anlamında gerçek bir direnme olmadığı, mahkemece yeni hüküm niteliğinde bir karar verildiği gerekçesi ile temyizen incelenmek üzere Dairemize gönderilmesine karar verilmiştir.

Taraflar arasında iş sözleşmesinin, işçinin devamsızlıkta bulunması nedeniyle işverence haklı olarak feshedilip feshedilmediği konusunda uyuşmazlık söz konusudur.4857 sayılı İş Kanunu'nun 25. maddesinin (II) numaralı bendinin (g) alt bendinde, “işçinin işverenden izin almaksızın veya haklı bir sebebe dayanmaksızın ardı ardına iki işgünü veya bir ay içinde iki defa herhangi bir tatil gününden sonraki iş günü yahut bir ayda üç işgünü işine devam etmemesi” halinde, işverenin haklı fesih imkânının bulunduğu kurala bağlanmıştır.

İşverenin ücretli ya da ücretsiz olarak izin verdiği bir işçinin, izin süresince işyerine gitmesi beklenemeyeceğinden, bu durumda bir devamsızlıktan söz edilemez. Ancak yıllık izin zamanını belirlemek işverenin yönetim hakkı kapsamında olduğundan, işçinin kendiliğinden ayrılması söz konusu olamaz. İşçinin yıllık iznini kullandığını belirterek işyerine gelmemesi, işverence izinli sayılmadığı sürece devamsızlık halini oluşturur İşçinin işe devamsızlığı, her durumda işverene haklı fesih imkânı vermez. Devamsızlığın haklı bir nedene dayanması halinde, işverenin derhal ve haklı nedenle fesih imkânı bulunmamaktadır. İşçinin hastalığı, aile fertlerinden birinin ya da yakınlarının ölümü veya hastalığı, işçinin tanıklık ve bilirkişilik yapması gibi haller, işe devamsızlığı haklı kılan nedenlerdir. Mazeretin ispatı noktasında, sahteliği ileri sürülüp kanıtlanmadığı sürece özel kuruluşlarından alınan raporlara da değer verilmelidir.

Devamsızlık süresi, ardı ardına iki işgünü veya bir ay içinde iki defa herhangi bir tatil gününden sonraki iş günü ya da bir ayda üç işgünü olmadıkça, işverenin haklı fesih imkânı yoktur. Belirtilen işgünlerinde hiç çalışmamış olunması gerekir. Devamsızlık saatlerinin toplanması suretiyle belli bir gün sayısına ulaşılmasıyla işverenin haklı fesih imkânı doğmaz.

Somut olayda, taraflar arasında feshin işverence yapıldığı hususu tartışmasızdır. İşçi iş sözleşmesinin davalı işverence haklı neden olmaksızın feshedildiğini iddia etmiş, işveren haklı nedenle feshettiğini savunmuştur. Dosyadaki bilgi ve belgelerin incelenmesinden, davalı işyerinde anılan tarihler arasında çalışan davacının, izinsiz ve mazeretsiz olarak 28.04.2009, 29.04.2009 ve 30.04.2009 tarihlerinde işe gelmediği, bu hususun davalı işveren tarafından usulüne uygun şekilde tutanaklarla tespit edildiği anlaşılmıştır. Davacı dosya kapsamıyla sabit bulunan devamsızlığının geçerli bir nedene dayandığını kanıtlayamadığına göre iş sözleşmesinin işverence haklı sebebe dayalı olarak feshedildiğinin kabulü gerekir. İş sözleşmesinin işverence feshi haklı sebebe dayandığından davacının ihbar ve kıdem tazminatı isteklerinin reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile kabulü hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.Temyiz olunan kararın yukarıda belirtilen sebeplerden BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine 30.03.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verilmiştir.


Yargıtay 15. Ceza Dairesi
2017/16715 E.-2017/9828 K.T. 24.04.2017
Mahkemesi: Sulh Ceza Hakimliği
KONU: Kanun Yararına Bozma(Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar)

ÖZET: Cumhuriyet savcısının müşteki tarafın iddialarına esas takip dosyaları ve bu dosyalara esas yargılama dosyaları ile müşteki ve borçlu şirketin ticari kayıtları celp edilip, iddialar açıklığa kavuşturulduktan sonra tarafların hukuki durumunun tespit ve tayini gerekirken hiç bir bilgi ve belge temin etmeksizin münhasıran şüphelilerin ifadeleri ile yetinerek olayın hukuki uyuşmalık kapsamında kaldığından bahisle kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiği nazara alınarak itirazın kabulü gerekirken yazılı şekilde reddine karar verilmesinde isabet görülmemiştir.

KARAR: Belgede sahtecilik ve dolandırıcılık suçlarından şüpheliler haklarında yapılan soruşturma evresi sonunda Cumhuriyet Başsavcılığınca verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair karara yönelik müşteki vekili tarafından yapılan itirazın reddine ilişkin mercii Sulh Ceza Hakimliği’nin değişik iş sayılı kararI aleyhine Adalet Bakanlığınca verilen kanun yararına bozma talebine dayanılarak dava dosyası Cumhuriyet Başsavcılığının tebliğnamesiyle dairemize gönderilmekle okundu.

Kanun yararına bozma isteyen tebliğnamede; Cumhuriyet Başsavcılığınca, şüphelinin, soruşturmaya konu dosyada alınan savunmasında, iddiaya konu çekler üzerindeki imzanın kendisine ait olduğunu, çeklerin sahte olmadığını, finansal sıkıntıya düşmeleri nedeni ile zaman kazanmak için İcra İflas Yasası’nın kendilerine verdiği itiraz haklarını kullandığı savunması ile müşteki vekilinin dosyaya sunduğu belgeler bir bütün halinde değerlendirildiğinde, taraflar arasındaki anlaşmazlığın alacak verecek meselesinden kaynaklanan hukuki ihtilaf niteliğinde olduğu ve hukuk mahkemelerinde çözümü gereken hukuki mahiyet arz eden hukuki anlaşmazlık konusunu oluşturduğu ve atılı suçun yasal unsurları oluşmadığından bahisle kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmiş ise de,

5271 sayılı Kanun’un 160. maddesi uyarınca, Cumhuriyet savcısının, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlaması gerektiği, aynı Kanun’un 170/2. maddesi gereğince yapacağı değerlendirme sonucunda, toplanan delillerin suçun işlendiği hususunda yeterli şüphe oluşturduğu kanısına ulaştığında iddianame düzenleyerek kamu davası açacağı, aksi halde ise anılan Kanun’un 172. maddesi gereği kovuşturma yapılmasına yer olmadığına dair karar vereceği, buna karşın Cumhuriyet savcısının 5271 sayılı Kanun’un kendisine yüklediği soruşturma görevini yerine getirmediği, ortada yasaya uygun bir soruşturmanın bulunmadığı durumda, anılan Kanun’un 173/3. maddesindeki koşullar oluşmadığından, itirazı inceleyen merciin Cumhuriyet savcısının soruşturma yapmasını sağlamak maksadıyla itirazın kabulüne karar verebileceği yönündeki açıklamalar karşısında, dosya kapsamına göre, müşteki şirket yetkilileriyle şüpheliler arasında eskiye dayanan ticari ilişki bulunduğu, bu kapsamda şüphelilerin yetkilisi olduğu Şirket adına keşide edilen alacaklı şirkete verilen toplam 284.855,00 Türk lirası değerindeki 5 adet çekin karşılıksız çıktığı, borcun tahsili için alacaklı şirket tarafından kambiyo senetlerine mahsus haciz yolu ile takipte bulunulduğu, borçlu şüphelilerin ise kötü niyetli olarak, imzaya, borcun tamamına, faizine ve ferilerine itirazda bulunduğu, bu itirazda ise aralarında herhangi bir ticari ilişkinin bulunmadığı ve çeklerdeki imzaların kendilerine ait olmadığının ileri sürüldüğü, buna karşın çeklerin aralarındaki ticari ilişki nedeniyle keşide edildiğinin şikayet dilekçesi ekinde sunulan cari hesap dökümleri, fatura ve mail çıktıları ile sabit olduğu, alacaklı tarafça açılan itirazın iptali davalarında imzaların şüpheliye ait olduğunun saptandığı, bunun yanında şüphelilerin alacaklılardan mal kaçırmak maksadı ile tamamen farklı bir isim adı altında yeni bir şirket kurdukları, bu şirketin yapılan fiili hacizlerde istihkak iddiasında bulunduğu, bu nedenle istihkak davası açmak zorunda bırakıldıkları, muvazaalı olarak kurulan Şirket yetkilileri ile borçluların müştereken dolandırıcılık kastı ile hareket ettikleri ve imzada sahtecilik yaptıklarının iddia edilmesi ve şüpheli beyanları ile alacaklı tarafa borçları bulunduğu, buna karşın ödeme güçlüğünde olmaları sebebiyle icra hukukundan kaynaklanan itiraz haklarını kullandıklarını beyan etmeleri de göz önüne alınarak, müşteki tarafın iddialarına esas takip dosyaları ve bu dosyalara esas yargılama dosyaları ile müşteki ve borçlu şirketin ticari kayıtları celp edilip, iddialar açıklığa kavuşturulduktan sonra tarafların hukuki durumunun tespit ve tayini gerekirken hiç bir bilgi ve belge temin etmeksizin, münhasıran şüphelilerin ifadeleri ile yetinerek olayın hukuki uyuşmalık kapsamında kaldığından bahisle kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiği nazara alınarak itirazın kabulü gerekirken yazılı şekilde reddine karar verilmesinde isabet görülmediğinden 5271 Sayılı CMK’nun 309. maddesi uyarınca anılan kararın bozulması lüzumu kanun yararına bozma talebine dayanılarak ihbar olunmuştur.

Kanun yararına bozmaya atfen düzenlenen ihbarnamedeki düşünce yerinde görüldüğünden, Sulh Ceza Hâkimliği’nin değişik iş sayılı kararının, 5271 sayılı CMK'nın 309. maddesi gereğince bozulmasına, aynı maddenin 4/a bendi uyarınca müteakip işlemlerin itiraz merciince yerine getirilmesine, 24.04.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


Danıştay 12. Daire
2015/1975 E.- 2017/3074 K.T. 07/06/2017
MAHKEME: İdare Mahkemesi
KONU: Karar Düzeltme

ÖZET: İdari işlemde hukuki güvenlik ilkesine aykırı olarak disiplin soruşturmasını yapan ile cezayı tesis edenin aynı kişi olduğu görüldüğünden, dava konusu işlemde hukuka uyarlık, temyize konu mahkeme kararında ise hukuki isabet bulunmamaktadır.

KARAR: Dava; Tarım Müdürlüğünde ziraat mühendisi olarak görev yapan davacının, bir gün süreyle izinsiz ve mazeretsiz işe gelmediğinden bahisle 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 125/C-(b) maddesi uyarınca 1/30 oranında aylıktan kesme cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin idari işlemin iptali istemiyle açılmıştır.İdare Mahkemesinin kararı ile; 2009’da yıllık izne ayrılan ve iznin son gününde 20 günlük sağlık raporu olan davacının, kalan (1) günlük yıllık izin süresi 20 gün olan sağlık izin süresinden az olduğundan, sağlık izin süresinin bitiminde işe başlaması gerekmekte iken söz konusu günde işe başlamadığı anlaşıldığından, davacı hakkında tesis edilen işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Danıştay 12. Dairesinin kararıyla İdare Mahkemesi kararının onanmasına karar verilmiştir. Davacı tarafından, karar düzeltme isteminin kabulü ile Dairemiz kararının kaldırılarak İdare Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmesi istenilmektedir.

Danıştay Dava Daireleri ile İdari veya Vergi Dava Daireleri Kurulları tarafından verilen kararların düzeltme yolu ile yeniden incelenebilmeleri 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 54. maddesinde yazılı sebeplerden birinin varlığı ile mümkündür.

Davacının kararın düzeltilmesi istemini içeren dilekçede ileri sürdüğü sebepler, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 54. maddesinin 1. fıkrasının (c) bendi uyarınca, Dairemiz kararının düzeltilmesini gerektirecek nitelikte bulunduğundan, kararın düzeltilmesi istemi kabul edilerek anılan kararın kaldırılmasından sonra uyuşmazlığın esası yeniden incelendi:

Disiplin suçu teşkil eden fiillerle ilgili olarak soruşturma yapılması zorunlu olduğu gibi soruşturmanın belirli usuller çerçevesinde yapılması da isnada maruz kalanların hukuki güvencesidir. Soruşturma emri verilmesi; bağımsız ve üst veya denk görevde olan bir soruşturmacı atanması, olayla ilgili tanık ve soruşturulanın ifadelerinin alınması, ifade alınmadan kişiye haklarının ve soruşturma konusunun bildirilmesi, isnat olunan fiille ilgili lehe ve aleyhe başkaca delillerin araştırılması, soruşturma sonucunda bir rapor hazırlanması ve bu raporda; olayın değerlendirilmesi soruşturmacının kanaat ve teklifini belirtmesi ve raporun ilgili makama sunulması, soruşturmayı yapan kişi ile soruşturmada elde edilen delilleri değerlendirecek kişi veya kurulların ayrı olmasının, yasal süre içerisinde isnat olunan fiiller bildirilerek sanığın savunmasının alınması gerekliliği disiplin hukukunun temel ilkelerinden olduğu gibi hukuki güvenlik ilkesinin de gereğidir.

Dosyanın incelenmesinden; davacının 5 gün yıllık izin alarak 24.08.2009 tarihinde izne çıktığı, izin süresinin son günü olan 28.08.2009 tarihinde 20 günlük sağlık raporu aldığı, sağlık raporunun bitiminde 17.09.2009 günü işe gelmediğinden bahisle davacı hakkında soruşturma açılarak, soruşturma raporu ile getirilen teklif doğrultusunda tesis edilen dava konusu işlemin iptali istemiyle bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.

Olayda; davacının disiplin cezasına konu eyleminin, 17.09.2009 tarihli tutanak ile tespit edilmesi üzerine 01.10.2009 tarihli ve 613 sayılı soruşturma emri ile ilçe tarım müdürü vekilinin muhakkik olarak görevlendirildiği, muhakkik olarak soruşturmayı yürüten müdür vekilinin, soruşturma sonunda da disiplin amiri sıfatıyla dava konusu cezayı verdiği görülmektedir.

Bu durumda; hukuki güvenlik ilkesine aykırı olarak disiplin soruşturmasını yapan ile cezayı tesis edenin aynı kişi olduğu görüldüğünden, dava konusu işlemde hukuka uyarlık, temyize konu mahkeme kararında ise hukuki isabet bulunmamaktadır.

Açıklanan nedenlerle, davacının temyiz isteminin kabulü ile Mahkeme kararının bozulmasına, yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın İdare Mahkemesine gönderilmesine 07/06/2017 tarihinde oybirliği ile karar verildi.


Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi İkinci Bölüm
Başvuru Numarası: 2014/15852
Karar Tarihi: 23/3/2017
MAHKEMESİ: İdare Mahkemesi
KONU: Mülkiyet Hakkı İle Adil Yargılanma Hakkının İhlali

ÖZET:Başvurucuların tutanağa ya da imzalara ilişkin herhangi bir ihtirazı kayıt koymadıkları, itirazda bulunmadıkları anlaşılmıştır. Bu bakımdan başvurucuların iddialarının Anayasa Mahkemesince incelenmesi bireysel başvurunun ikincilliği ilkesi gereği mümkün değildir. Açıklanan nedenlerle çelişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerinin ihlal edildiği iddialarının başvuru yolları usulüne uygun şekilde tüketilmeden bireysel başvuru konusu yapıldığı anlaşıldığından başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

KARAR: Başvuru; içindeki eşyaları ile birlikte evlerinin 1994 yılında yakılması nedeniyle 17/7/2004 tarihli ve 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun kapsamında yaptıkları talebin, birinci başvurucunun adına kayıtlı gayrimenkul kaydının bulunmadığı, ikinci başvurucunun terör örgütüne yardım ve yataklık suçundan mahkûm olduğu gerekçesiyle reddedilmesi, bu işleme karşı açılmış olan davaya ilişkin yargılamada ve Zarar Tespit Komisyonu incelemesi aşamasında tanık deliline başvurulmaması, yeterli inceleme ve araştırma yapılmaması nedenleriyle mülkiyet hakkı ile adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

Eş olan başvurucular Diyarbakır ili Silvan ilçesi Heybelikonak köyünde bulunan evlerinin, içindeki eşyalarla birlikte güvenlik güçleri tarafından 1994 yılında yakıldığını iddia etmişlerdir. Diyarbakır 4 No.lu Devlet Güvenlik Mahkemesinin kararı ile başvurucu, PKK terör örgütünün hâl ve sıfatını bilerek örgüte yardım ve yataklık yapması nedeniyle 3 yıl 9 ay hapis cezası ile cezalandırılmıştır.

Başvurucular 2005 tarihinde, 5233 sayılı Kanun kapsamına giren zararlarının karşılanması talebiyle Diyarbakır Valiliği Zarar Tespit Komisyonuna (Komisyon) başvurmuşlardır. Başvuru kapsamında 2006 tarihinde gerçekleştirilen keşif işleminde başvurucuların 15.443 TL bina zararının bulunduğu tespit edilmiş, başvurucunun terör örgütüne yardım ve yataklık suçundan almış olduğu cezanın infaz edildiği ancak şahsın sabıka kaydında ya da jandarmanın göndermiş olduğu belgeler arasında bu hususa dair bilginin yer almadığı tutanağa bağlanmıştır. Komisyon 2007 tarihli kararında, başvurucunun terör örgütüne yardım ve yataklık suçundan mahkûm edildiğinin tespit edilmesi nedeniyle başvurunun 5233 sayılı Kanun kapsamına girmediğinden bahisle talebin reddine karar vermiştir.

Başvurucular tarafından belirtilen ret işlemi aleyhine açılan iptal davasında Diyarbakır 1. İdare Mahkemesinin kararında dava konusu işlemin iptaline karar verilmiştir.

İlk Derece Mahkemesinin iptal kararı akabinde Komisyon tarafından yapılan yeniden inceleme üzerine Komisyon kararında, Silvan Kaymakamlığı Tapu Sicil Müdürlüğünün yazıları ile başvurucu adına tapulu gayrimenkul kaydına rastlanmadığı tespit edildiğinden talebin reddine karar verilmiştir.

Davalı idarenin temyizi üzerine Danıştay 15. Dairesinin ilamı ile Komisyonca mahallînde yapılan keşifte başvuruda belirtilen mal varlığının Heybelikonak köyü Kuruçayır mezrasında olduğunun ve Başvurucuya ait olarak tespit edildiği, Kuruçayır mezrası terör nedeniyle tamamen boşaltılan yerlerden olmakla birlikte başvurucunun terör örgütüne yardım ve yataklık etmek suçundan mahkûmiyetinin olması nedeniyle 5233 sayılı Kanun'dan yararlanma imkânının bulunmadığı, eşine ait ayrı bir mal varlığının ise tespit edilemediği gerekçesiyle İdare Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.

Başvurucuların karar düzeltme istemi aynı Dairenin kararı ile reddedilmiştir.

Başvurucular 30/9/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuşlardır.

Başvuru konusu olayda başvurucuların Diyarbakır Valiliğine verdikleri başvuru dilekçesi, dava dilekçesi, temyiz ve karar düzeltme talepleri incelendiğinde 5233 sayılı Kanun'da yer alan açık hükme rağmen başvurucuların talep ve davaları değerlendirilirken tanık dinletme taleplerine ya da tanıklarının dinlenmediğine ilişkin herhangi bir iddia ileri sürmedikleri, hangi delili hangi amaçlarla sunmak istediklerine dair herhangi bir beyanda bulunmadıkları tespit edilmiştir. Ayrıca 6/3/2006 tarihli keşif tutanağının incelenmesinde ilgili tutanakta köy muhtarının, azanın ve mahallî bilirkişinin imzalarının da yer aldığı, değerlendirmelerin hiçbir aşamasında başvurucuların bu tutanağa ya da imzalara ilişkin herhangi bir ihtirazı kayıt koymadıkları, itirazda bulunmadıkları anlaşılmıştır. Bu bakımdan başvurucuların iddialarının Anayasa Mahkemesince incelenmesi bireysel başvurunun ikincilliği ilkesi gereği mümkün değildir.

Açıklanan nedenlerle çelişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerinin ihlal edildiği iddialarının başvuru yolları usulüne uygun şekilde tüketilmeden bireysel başvuru konusu yapıldığı anlaşıldığından başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

Başvurucu, başvuru ve davasının terör örgütüne yardım ve yataklık suçundan mahkûmiyetinin bulunması gerekçe gösterilerek reddedilmesi sonucunda evinin -eşyaları ile - güvenlik güçleri tarafından yakılması sonucu oluşan zararlarının karşılanmaması neticesinde mülkiyet hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.

Başvurucunun yakma eyleminin güvenlik güçleri tarafından gerçekleştirildiğine ilişkin iddiası kendisinin soyut beyanına dayalı olduğundan başvurucu bu konuda herhangi bir belge sunmadığı, adli yahut idari herhangi bir soruşturma başlatılmasına ilişkin şikâyette bulunduğuna ilişkin herhangi bir beyanda da bulunmadığından bu iddia yönünden ayrıca inceleme yapılmasına gerek görülmemiştir.

Başvurucu, müracaat ve davasının reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğini iddia etmektedir. Başvuru dilekçesinin Anayasa’nın 35. maddesinin ihlal edildiğinin ileri sürüldüğü bölümünde başvurucu, 5233 sayılı Kanun kapsamında tanzim edilen belge içeriklerinde ileri sürdüğü ve ayrıca kendisinin beyan ettiği birtakım maddi zararlarının bulunduğunu iddia ettiğini; fakat, idari yargı makamlarının kararları sonucunda bu zararları tazmin edilmeyerek Anayasa’nın 35. maddesinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

Başvurucuların mülkiyet haklarının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetlerinden hangi iddiaların 5233 sayılı Kanun kapsamında olduğu, komisyonlar ve yargılama makamlarınca değerlendirilebilecek bir husustur. Yargılama sürecine ilişkin olarak yukarıda yapılan değerlendirme neticesinde başvurucunun delillerini ve iddialarını sunma fırsatı bulamadığına ve yargılamaya etkin olarak katılma imkânlarının ellerinden alındığına dair bir bulgu da saptanmadığı anlaşılan somut yargılama faaliyetlerinin Derece Mahkemelerince adil yargılanma hakkının gereklerine uygun şekilde yerine getirildiği tespit edilmiş olduğundan mülkiyet hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiaların ayrıca değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.

Başvurucu; Diyarbakır ili Silvan ilçesi Heybelikonak köyünde bulunan evinin -içindeki eşyaları ile- 1994 yılında güvenlik güçleri tarafından yakıldığını, başvurucunun ev eşyalarını kurtarmaya çalışırken yedi aylık bebeğini düşük yaparak kaybettiğini, 5233 sayılı Kanun kapsamında yaptığı başvurunun ve akabinde açtığı davanın adına kayıtlı gayrimenkul bulunmadığı gerekçesi ile reddedildiğini belirterek Anayasa’nın 35. maddesinde tanımlanan mülkiyet hakkının ve 36. maddesinde tanımlanan hak arama hürriyetinin ihlal edildiğini iddia etmiştir. Anılan iddialar Anayasa'nın 36. maddesinde tanımlanan adil yargılanma hakkı kapsamında yer alan hakkaniyete uygun yargılanma hakkı açısından incelenmiştir.

Başvurucunun yakma eyleminin güvenlik güçleri tarafından yapıldığına, ev eşyalarını kurtarmaya çalışırken yedi aylık bebeğini düşük yaparak kaybettiğine ilişkin iddiası sadece kendisinin soyut beyanına dayandırılmıştır. Bu iddialar hakkında herhangi bir belge sunulmadığı, adli yahut idari herhangi bir soruşturma başlatılmasına ilişkin şikâyette bulunulduğuna dair herhangi bir beyanda da bulunulmadığından başvurucunun anılan iddiaları yönünden ayrıca inceleme yapılmasına gerek görülmemiştir.

Anayasa’nın 148. maddesinin dördüncü fıkrası ile 30/03/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 49. maddesinin (6) numaralı fıkrasında bireysel başvurulara ilişkin incelemelerde kanun yolunda gözetilmesi gereken hususların incelemeye tabi tutulamayacağı, 6216 sayılı Kanun’un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrasında ise açıkça dayanaktan yoksun başvuruların mahkemece kabul edilemezliğine karar verilebileceği belirtilmiştir.

Anılan kurallar uyarınca ilke olarak derece mahkemeleri önünde dava konusu yapılmış maddi olay ve olguların kanıtlanması, delillerin değerlendirilmesi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması ile derece mahkemelerince uyuşmazlıkla ilgili varılan sonucun esas yönünden adil olup olmaması bireysel başvuru incelemesine konu olamaz. Bunun tek istisnası, derece mahkemelerinin tespit ve sonuçlarının adaleti ve sağduyuyu hiçe sayan tarzda bariz takdir hatası içermesi ve bu durumun kendiliğinden bireysel başvuru kapsamındaki hak ve özgürlükleri ihlal etmiş olmasıdır. Bu çerçevede kanun yolu şikâyeti niteliğindeki başvurular, derece mahkemesi kararları bariz takdir hatası veya açık keyfîlik içermedikçe Anayasa Mahkemesince esas yönünden incelenemez.

5233 sayılı Kanun uyarınca ileri sürülen taleplerin belirtilen Kanun kapsamında değerlendirilip değerlendirilmeyeceği hususu ve Kanun’un kapsamının belirlenmesi noktasındaki mevzuat hükümlerinin yorumu ile bu hususta içtihadi bir ölçütün belirlenmesi ve somut olayın bu ölçüt uyarınca değerlendirilmesi noktasındaki takdir, esasen derece mahkemelerine ait olup 5233 sayılı Kanun’un uygulanması bağlamında daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış olan taleplere ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi tarafından yapılan değerlendirmeler neticesinde belirtilen hususlara ilişkin iddiaların, maddi olayın ve hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması bağlamında kanun yolu mahkemelerince değerlendirilmesi gereken hususlara ilişkin olduğu belirtilerek açıkça dayanaktan yoksun olduğu sonucuna varılmıştır.

Başvuru konusu olayda başvurucunun, evinin içindeki eşyalarla birlikte 1994 yılında yandığını, bu çerçevede oluşan zararlarının 5233 sayılı Kanun kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürdüğü, 5233 sayılı Kanun kapsamında olduğunu iddia ettiği zararlarının karşılanmasını talep ettiği anlaşılmaktadır.

5233 sayılı Kanun’un 1. maddesinde, bu Kanun’un amacının terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle maddi zarara uğrayan kişilerin, bu zararlarının karşılanmasına ilişkin esas ve usulleri belirlemek olduğu, Kanun’un 2. maddesinde bu Kanun’un, 3713 sayılı Kanun’un 1., 3. ve 4. maddelerindeki suçlar ile terör olaylarında yardım ve yataklık suçlarından mahkûm olanların bu fiillerinden dolayı uğradığı zararlar hariç olmak üzere terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar gören gerçek kişiler ile özel hukuk tüzel kişilerinin maddi zararlarının sulhen karşılanması hakkındaki esas ve usullere ilişkin hükümleri kapsadığı ifade edilmiş; Komisyonca dikkate alınacak deliller kapsamında yapılan değerlendirme neticesinde zararın 5233 sayılı Kanun kapsamında olduğunun tespitinin yapılması akabinde Kanun’un 7. maddesinde belirtilen zarar kalemleri üzerinden yapılacak hesaplama ile tespit edilen tazminat miktarının başvurucuya ödenmesine karar verileceği hükme bağlanmıştır.

Komisyon kararında, önce başvurucunun başvurusu hakkında karar verilmemekle birlikte daha sonra başvurucu başvurucu adına tapulu gayrimenkul kaydına rastlanmadığı gerekçesi ile talebin reddine karar verilmiştir.

Diyarbakır 1. İdare Mahkemesinin kararında başvurucunun ayrı bir mal varlığı tespit edilemediği gerekçesi ile davanın reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. Bu karar kanun yolu aşamasını tamamlayarak kesinleşmiştir.

Başvurucu, tazmini gereken zararlarının mevcut olduğunu iddia etmiş ise de 5233 sayılı Kanun kapsamında talep edilen maddi tazminat ile ilgili dava sürecinde başvurucunun iddialarını değerlendiren Derece Mahkemelerinin kararlarında herhangi bir keyfîlik bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Başvurucunun ayrı bir mal varlığı tespit edilemediği gerekçesi ile davasının reddedilmesi dikkate alındığında dosya kapsamına göre bu tespitten ayrılmayı gerektiren bir neden bulunmadığı kanaatine ulaşılmıştır.

Açıklanan nedenlerle başvurucu tarafından ileri sürülen iddiaların kanun yolu şikâyeti niteliğinde olduğu anlaşıldığından başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir. Başvurucu, davasının reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğini iddia etmektedir. Başvuru dilekçesinin Anayasa’nın 35. maddesinin ihlal edildiğinin ileri sürüldüğü bölümünde başvurucu, 5233 sayılı Kanun kapsamında tanzim edilen belge içeriklerinde ileri sürdüğü ve ayrıca kendisinin beyan ettiği birtakım maddi zararlarının bulunduğunu iddia ettiğini fakat idari yargı makamlarının kararları sonucunda bu zararları tazmin edilmeyerek Anayasa’nın 35. maddesinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

Başvurucuların mülkiyet haklarının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetlerinden hangi iddiaların 5233 sayılı Kanun kapsamında olduğu, komisyonlar ve yargılama makamlarınca değerlendirilebilecek bir husustur. Yargılama sürecine ilişkin olarak yukarıda yapılan değerlendirme neticesinde başvurucunun delillerini ve iddialarını sunma fırsatı bulamadığına ve yargılamaya etkin olarak katılma imkânlarının ellerinden alındığına dair bir bulgu da saptanmadığı anlaşılan somut yargılama faaliyetlerinin Derece Mahkemelerince adil yargılanma hakkının gereklerine uygun şekilde yerine getirildiği tespit edilmiş olduğundan mülkiyet hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiaların ayrıca değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.

Açıklanan gerekçelerle; çelişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerinin ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna oybirliğiyle, başvurucu H.H.’nin hakkaniyete uygun yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna oybirliğiyle, başvurucu N.H.’nin hakkaniyete uygun yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna, başvurucuların tazminata ilişkin taleplerinin reddine oybirliğiyle, 23/3/2017 tarihinde karar verildi.


BaroKart Blog'da bulunan Yüksek Mahkeme Kararları yargitay.gov.tr, danistay.gov.tr, anayasa.gov.tr resmi internet sitelerinden alınmıştır.

NASIL ÇALIŞIR?

Otobil'inizi akaryakıt satış görevlisine gösterin. Akaryakıt satış görevlisi sisteme otobilinizi okuttuktan sonra otomatik olarak BaroKart’ ınız içerisinde bulunan bakiyenizden akaryakıt tutarı düşecek ve size sağlanan avantaj anında BaroKart'ınıza yansıtılacaktır.

Başvuru yapmak için tıklayınız.