img

 

img img
HAFTANIN YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

Yargıtay 22. Hukuk Dairesi
2017/6520 E.- 2017/7487 K.T. 03.04.2017

Yargıtay 1. Ceza Dairesi
2017/219 E. - 2017/564 K.T. 12/04/2017

Danıştay 14. Daire Başkanlığı
2017/589 E. , 2017/2258 K.T. 12/04/2017

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi Genel Kurul
Başvuru Numarası: 2014/15237
Karar Tarihi: 25.07.2017

Yargıtay 22. Hukuk Dairesi
2017/6520 E.- 2017/7487 K.T. 03.04.2017
Mahkemesi: İş Mahkemesi
KONU: İşçi Alacağı

ÖZET: Fesih sebebini doğrular nitelikteki tutanak tanıkları olan davalı işveren tanıklarının beyanları ve tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde, davalı işverence davacının 08-11 Nisan 2013 arasında işe gelmediği ispatlanmış olup, davacı işçi tarafından işverenden izin alındığı ya da devamsızlığın haklı bir nedene dayandığı ispatlanamadığından davalının iş sözleşmesini haklı nedenle feshettiğinin kabulü gerekmektedir.

KARAR: Davacı - karşı davalının iş sözleşmesinin kıdem ve ihbar tazminatı ödemesini gerektirecek şekilde sona erip ermediği uyuşmazlık konusudur.

4857 sayılı İş Kanunu'nun 25 II- (g) bendinde, “işçinin işverenden izin almaksızın veya haklı bir sebebe dayanmaksızın ardı ardına iki işgünü veya bir ay içinde iki defa herhangi bir tatil gününden sonraki iş günü yahut bir ayda üç işgünü işine devam etmemesi” halinde işverenin haklı fesih imkânının bulunduğu kurala bağlanmıştır.

Devamsızlık süresi, ardı ardına iki işgünü veya bir ay içinde iki defa herhangi bir tatil gününden sonraki iş günü ya da bir ayda üç işgünü olmadıkça, işverenin haklı fesih imkanı yoktur. Belirtilen işgünlerinde hiç çalışmamış olunması gerekir. Devamsızlık saatlerinin toplanması suretiyle belli bir gün sayısına ulaşılmasıyla işverenin haklı fesih imkanı doğmaz.

Maddede geçen “bir ay” ifadesi takvim ayını değil ilk devamsızlıktan sonra geçecek olan bir ayı ifade eder. İlk devamsızlığın yapıldığı gün ayın kaçıncı günüyse takip eden ayın aynı günü bir aylık süre sona erer. Son ayda ilk devamsızlığının gerçekleştiği günün bulunmaması halinde son ayın son günü bir aylık süre dolmuş olur. Sonraki devamsızlar söz konusu ise takip eden aylık dönemler içinde değerlendirilir.

İşgünü, işçi bakımından çalışılması gereken gün olarak anlaşılmalıdır. Toplu iş sözleşmesinde ya da iş sözleşmesinde genel tatil günlerinde çalışılacağına dair bir kural mevcutsa, bu taktirde söz konusu günlerde çalışılmaması da işverene haklı fesih imkanı tanır.

İşyerinde cumartesi günü iş günü ise belirtilen günde devamsızlık da diğer koşulların varlığı halinde haklı fesih nedenini oluşturabilir.

Somut olayda davacı - karşı davalı, davalı - karşı davacı işveren yetkilisin 05.04.2013 tarihinde mesai bitiminde "şu aralar biraz işler seyrek 1 hafta yıllık izin kullan" diyerek yıllık izin kullanmasını talep ettiğini, bu sebeple takip eden günlerde işyerine gelmediğini ve izin hakkını kullandığını zannederken işverence ihtarname gönderilerek işe gelmeme nedeninin sorulduğunu, bu ihtarnameyi aldıktan sonra işyerine gidip kendisine izin verildiğini beyan ettiğini ancak işverence haksız ve nedensiz yere işten çıkarıldığını ileri sürmüştür. Davalı - karşı davacı taraf ise 08.04.2013 tarihinden itibaren davacı - karşı davalının devamsızlık yaptığını bu nedenle iş ilişkisinin haklı nedenle sona erdirildiğini savunmuştur. Davalı - karşı davacı işveren tarafından 08.04.2013 – 11.04.2013 tarihleri arasında devamsızlık tutanakları tutulmuş ve 11.04.2013 tarihli ihtarname ile devamsızlığına ilişkin haklı bir mazereti varsa bildirmesi istenmiş olup, ihtarname 12.04.2013 tarihinde davacı - karşı davalı tarafa tebliğ edilmiştir. Mahkemece, davacı - karşı davalının 08.04.2013 – 11.04.2013 tarihleri arasındaki devamsızlığının normal olamayacağı ve sözlü olarak verilen izne dayandığının anlaşıldığı belirtilerek kıdem ve ihbar tazminatları hüküm altına alınmış ise de davacı - karşı davalı taraf devamsızlık yaptığı tarihlerde izinde olduğunu belge ile kanıtlayamadığı gibi bu hususta tanık da dinletmemiştir. Bu itibarla fesih sebebini doğrular nitelikteki tutanak tanıkları olan davalı - karşı davacı tanıklarının beyanları ve tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde, davalı - karşı davacı tarafça davacı - karşı davalının 08.04.2013, 09.04.2013, 10.04.2013 ve 11.04.2013 tarihlerinde işe gelmediği ispatlanmış olup, davacı - karşı davalı tarafça işverenden izin alındığı ya da devamsızlığın haklı bir nedene dayandığı ispatlanamadığından davalı - karşı davacının iş sözleşmesini haklı nedenle feshettiğinin kabulü ile haklı nedene dayalı işveren feshi nedeniyle kıdem ve ihbar tazminat taleplerinin reddi gerekirken kabulü hatalıdır. Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebeplerden dolayı bozulmasına, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 03.04.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


Yargıtay 1. Ceza Dairesi
2017/219 E. - 2017/564 K.T. 12/04/2017
Mahkemesi: Ağır Ceza Mahkemesi
KONU: Kastın aşılması suretiyle öldürme

ÖZET: Sanıklar açısından meşru savunma koşullarının oluşmadığı, saldırı ile savunma arasında makul bir oran bulunmadığı, kavga sırasında karşı tarafa ağır bir şekilde karşılık verdikleri, sanıkların eylemlerini yoğun ve ağır haksız tahrik altında gerçekleştirdikleri kabul edildiği halde maktul yere düştükten sonra darp edildiğine dair bir delil bulunmadığı, vücuduna aldığı darbelerin hareketli ortamda oluştuğunun kabulünün gerekeceği böylelikle meşru savunmada kast olmaksızın sınırın aşılması kapsamında kalacak şekilde maktulu öldürdükleri kabul edilerek hükmün karıştırıldığı” gerekçesiyle hükümlerin bozulmasına karar verilmiştir. Yerel Mahkeme kararında direnmiştir.

HÜKÜM: Kasten öldürme suçundan sanıklar hakkında yapılan yargılama sonunda; sanıkların meşru savunmada sınırı kast olmaksızın aşarak öldürme eylemini gerçekleştirdikleri kabul edilerek 5237 sayılı TCK'nun 27/1. maddesi yollamasıyla 85/1, 27/1 ve 62. maddeleri uyarınca mahkumiyetlerine dair Ağır Ceza Mahkemesinden verilen karar hükümlerinin sanıklar müdafileri, katılanlar vekili ve Cumhuriyet savcısı tarafından temyizi üzerine, “Dosya içeriğine ve mevcut delillere göre maktulün kardeşi olan sanıklardan Ahmet'in işyerinde işçi olarak çalıştığı, olay tarihinden bir süre önce aralarında çıkan tartışma sonunda sanığın, bir işçiyi işten çıkarttığı, işçinin çalıştığı döneme ait bir miktar alacağını almak amacıyla tekrar sanığın işyerine gittiğinde aralarında kavga çıktığı ve sanığın işçisini darp ettiği, işçinin, sanığın ödemeyi kabul ettiği miktar yanında işyerinde sigortasız çalıştırıldığından ve sigorta primi ödenmediğinden, çalıştığı döneme ait sigortaya ödenmesi gereken prim miktarının da kendisine ödenmesi gerektiğini ileri sürdüğü ancak sanığın kabul etmediği, bu nedenle işçi ve kardeşleri olan maktul ve mağdur işçi ile sanık ve yanında çalışan işçileri arasında adliyeye de intikal eden olaylar olduğu, olay günü sanık Ahmet'in kardeşi diğer sanıkla birlikte işyeri dışında bulundukları sırada ve kardeşlerinin işyeri çevresinde gezdiklerini öğrenmeleri üzerine işyerine geldikleri, işyerinde bulunan sopaları gerektiğinde kolayca alıp kullanabilecekleri bir yere koyduktan sonra, işyerinin önünde beklemeye başladıkları, maktul ile mağdurun motorsikletle işyerinin yakınına geldikleri, motorsikleti park ettikten sonra maktulün elinde bıçak ve inşaat demiri bükmede kullanılan demir çubuk, mağdurun elinde ise inşaat bükmede kullanılan demir çubuk olduğu halde sanıklar Mehmet ve Mustafa'nın üzerine yürüdükleri sanık ve yakınlarından gelebilecek bir saldırıya karşı hazırlıklı olan diğer sanıkların da daha önceden hazırladıkları sopaları bulunduğu yerden çıkartıp, maktul ve mağdura saldırdıkları, aralarında çıkan kavgada, sanıkların sopa darbelerine maruz kalan maktulün kafatası kemiklerinde kırık, çökme kırığı, her iki gözde kanama, beyin harabiyeti, kanama, kırık ve vücudunda çok sayıda yaralanma tespit edildiği, maktulün kafa travmasına bağlı kafatası kemik kırıkları, kanama ve beyin doku harabiyeti sonucu öldüğü, mağdurun vücudunda kemik kırığı oluşacak şekilde yaralandığı, sanık Ahmet’in basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde, diğer sanığın yüzde sabit iz kalacak ve basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralandığı olayda; sanıkların, maktul ve kardeşlerinden kaynaklanan ve tevali eden haksız fiil niteliğindeki söz ve davranışların yarattığı hiddetle maktul ve mağdura saldırıp, maktulü ağır bir şekilde çok sayıda sopa darbesi ile darp ederek öldürdükleri, mağduru da yaraladıkları, somut olayda hukuka uygunluk nedeninin sınırının kast olmaksızın aşılmasından söz edilemeyeceği, oluşa göre meydana gelen netice açısından sanıkların kasten hareket ettiklerinin kabulü ile haksız tahrik altında kasten öldürme suçundan sorumlu tutulmaları gerektiği gözetilmeksizin meşru savunmada kast olmaksızın sınır aşıldığından bahisle yazılı şekilde hüküm kurulması, kabule göre; gerekçede, “sanıklar açısından meşru savunma koşullarının oluşmadığı, saldırı ile savunma arasında makul bir oran bulunmadığı, kavga sırasında karşı tarafa ağır bir şekilde karşılık verdikleri, sanıkların eylemlerini yoğun ve ağır haksız tahrik altında gerçekleştirdikleri” kabul edildiği halde “maktul yere düştükten sonra darp edildiğine dair bir delil bulunmadığı, vücuduna aldığı darbelerin hareketli ortamda oluştuğunun kabulünün gerekeceği böylelikle meşru savunmada kast olmaksızın sınırın aşılması kapsamında kalacak şekilde maktulu öldürdükleri” kabul edilerek hükmün karıştırıldığı” gerekçesiyle hükümlerin bozulmasına karar verildiği, Dairemizin bozma kararına karşı yerel mahkemenin kararı ile “sanıklar hakkında kast olmaksızın meşru müdafaada sınırın aşılması sureti ile adam öldürme suçundan” hüküm kurulmasında isabetsizlik bulunmadığı gerekçesiyle önceki kararda direnilmesine karar verildiği, direnme kararının katılanlar vekili ve Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyanın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının tebliğnamesi ile Yargıtay Ceza genel Kurulu'na gönderildiği, Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun gönderme kararı ile yapılan incelemede; Dairemizce verilen bozma kararı usul ve yasaya uygun olup, yerel mahkemece verilen direnme kararı yerinde görülmediğinden, dosyanın direnme kararı konusunda karar verilmek üzere Yargıtay Ceza Genel Kuruluna gönderilmesi amacıyla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tevdiine, 27/02/2017 gününde oybirliği ile karar verildi.


Danıştay 14. Daire
2017/589 E. , 2017/2258 K.T. 12/04/2017
MAHKEME: Danıştay 14. Dairesi
KONU: Bakanlar Kurulu Kararının iptali

ÖZET: 31/12/2016 günlü, 29935 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan İli, İlçesi, Mahallesi sınırları içerisinde bulunan ve ekli kroki ile listede sınır ve koordinatları gösterilen alanın, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunun 2. ve ek 1. maddeleri uyarınca riskli alan ilan edilmesine ilişkin 12/12/2016 günlü, 2016/9618 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının iptali istenilmektedir.

KARAR: Dava, 31/12/2016 günlü, 29935 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan İli, İlçesi, Mahallesi sınırları içerisinde bulunan ve ekli kroki ile listede sınır ve koordinatları gösterilen alanın, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunun 2. ve ek 1. maddeleri uyarınca riskli alan ilan edilmesine ilişkin 12/12/2016 günlü, 2016/9618 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının iptali istemiyle açılmıştır.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 2. maddesinin (a) fıkrasında, idari davaların idari işlemler hakkında yetki, sebep, şekil, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı menfaatleri ihlal edilenler tarafından açılacağı belirtildikten sonra ilk inceleme konularının belirlendiği 14. maddenin 3/c bendinde dilekçenin ehliyet yönünden inceleneceği, 15. maddenin 1/b bendinde ise bu hususta kanuna aykırılık görülmesi halinde davanın reddedileceği hükme bağlanmıştır.

İdari işlemlerin hukuka uygunluğunun yargı yoluyla denetimini amaçlayan iptal davasının görüşülebilmesinin ön koşullardan birisi olan "dava açma ehliyeti", her idari işleme karşı herkes tarafından iptal davası açılmasının idare ile işlemlerinde istikrarsızlığa neden olmaması ve idarenin işleyişinin bu yüzden olumsuz etkilenmemesi için, dava konusu edilecek işlem ile dava açacak kişi arasında belli ölçütler içinde menfaat ilişkisinin varlığını ifade etmektedir. Her olay ve davada, idari işlem ile dava açacak kişi arasında öngörülen subjektif ehliyet koşulu olarak menfaat ihlalinin kişisel, meşru ve güncel bir menfaat olması ölçütleri ekseninde yargı mercilerince değerlendirilerek takdir edilecektir.

Dosyanın incelenmesinden; İli, İlçesi, Mahallesi sınırları içerisinde bulunan ve ekli kroki ile listede sınır ve koordinatları gösterilen alanların riskli alan ilan edilmesine ilişkin 12/12/2016 günlü, 2016/9618 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının alındığı, bu kararın iptali istemiyle Belediyesi ve Belediyesi Meclis üyeleri olan davacıların, dava konusu alanda taşınmazlarının olmadığı, Belediye Meclis Üyesi sıfatıyla, dava konusu işlemin İlçesinin plan bütünlüğünü bozucu nitelik taşıdığını ileri sürerek bakılmakta olan davayı açtıkları anlaşılmaktadır. Bu durumda; dava konusu riskli alan sınırları içerisinde davacılara ait taşınmazın bulunmadığı dikkate alındığında, davacılar ile mülkiyet bağı veya hukuki ilgisi bulunmadığı açık olan taşınmazların riskli alan olarak ilan edilmesinin, davacıların meşru, kişisel ve güncel menfaatini etkilemediği, kaldı ki davacıların iddia ettiği gibi dava konusu işlemin plan bütünlüğünü bozduğu iddiasının bu aşamada incelenemeyeceği, bu durumun riskli alan ilanından sonra davacıların da katılabileceği belediye meclisi tarafından oluşturulacak imar planlarının ilanından sonra dava konusu edilmesi halinde inceleneceği, dolayısıyla belediye meclis üyelerinin riskli alan ilan edilmesine ilişkin Bakanlar Kurulu Kararının iptalini istemekte, meşru, kişisel ve güncel menfaat ilişkisinin bulunmadığı anlaşıldığından, davanın ehliyet yönünden reddi gerektiği sonucuna varılmıştır.

Açıklanan nedenlerle, davanın ehliyet yönünden reddine, yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasına, Avukatlık Asgari Ücret Tarifesine göre belirlenen 1.800,00-TL vekalet ücretinin davacıdan alınarak davalı idarelere verilmesine, kullanılmayan yürütmenin durdurulması harcı ile artan posta giderinin isteği halinde davacılara iadesine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 20/A-2-(g) maddesi uyarınca, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde Danıştay İdari Dava Daireleri Kuruluna temyiz yolu açık olmak üzere, 12/04/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi Genel Kurul
Başvuru Numarası: 2014/15237
Karar Tarihi: 25.07.2017
MAHKEMESİ: İdare Mahkemesi
KONU: Mülkiyet Hakkının İhlali

ÖZET:Başvuru, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna devredilen bankadan kullandığı kredileri ödemeyen şirketin kamu alacağına dönüşen bu borcundan, kanuni temsilcinin sorumlu tutulması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

KARAR: Başvurucu 1996 - 1999 tarihleri arasında Şirket yönetim kurulu üyeliği görevinde bulunmuştur. Şirket, 1999 tarihinde Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna (TMSF) devredilen Yurtbank’ın %10 hisseli ortağıdır. Ayrıca Şirketin %99 oranında hissesi Yurtbank’ın hâkim ortağı olan bir holding Grubuna aittir. Yurtbank 1999 tarihinde TMSF'ye devredilmiştir. Yurtbank hakkında bankalar yeminli murakıplarınca düzenlenen 7/3/2000 tarihli raporda; Yurtbankın mensubu olduğu şirketler topluluğuna 23 şirkete dolaylı ve doğrudan yüklü miktarda kredi kullandırdığı, bunların geri ödenmediği ifade edilmiştir. Raporda, Yurtbankın hâkim ortaklarından olan HOLDİNG Grubunun Banka kaynaklarını Bankanın emin bir şekilde çalışmasını tehlikeye düşürecek şekilde kendi yararına kullandığı ve bu suretle Bankayı zarara uğrattığı tespiti yapılmıştır. Raporda ayrıca, neden olunan zararın başvurucunun yönetim kurulu üyeliğini yaptığı Şirketin de aralarında bulunduğu HOLDİNG Grubunun şirketleri ile bu şirketlerin hâkim ortaklarından tahsili gerektiği görüşü açıklanmıştır.

Şirket tarafından 1994, 1994 ve 1995 tarihlerinde YaşarBank sırasıyla 45.871,46 TL, 7.000.000 ABD doları ve 3.500 TL kredi kullanılmıştır. Ancak bu krediler geri ödenmemiş olup 2/8/2000 tarihinde katedilmiştir.

Yaşarbank 21/12/1999 tarihinde aynı Bakanlar Kurulu kararnamesiyle Yurtbank ile birlikte TMSF'ye devredilmiştir. Şirketin Yaşarbanktan kullandığı krediler 10/8/2001 tarihli sözleşme ile TMSF'ye devir ve temlik edilmiştir. TMSF tarafından 12/6/2006 ve 3/9/2007 tarihlerinde Şirketle tasfiye protokolleri imzalanmış ise de borcun ödenmemesi nedeniyle borçtan sorumlu olanlar aleyhine takibe geçilmesi kararlaştırılmıştır. Bu arada TMSF'nin 9/6/2005 tarihli kararıyla Şirketin yönetim ve denetim kurulları ile temettü hariç ortaklık haklarına el konulmuştur.

Başvurucu adına 20/5/2008 tarihinde, 21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun'un mükerrer 35. maddesi uyarınca 37.200.326,54 TL tutarlı ödeme emri düzenlenmiştir.

Başvurucu tarafından İdare Mahkemesinde (Mahkeme) ödeme emrinin iptali istemiyle dava açılmıştır. Mahkemece dava dilekçesinin usulüne uygun düzenlenmediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Başvurucu, usulüne uygun düzenlediği yeni bir dilekçe ile davayı yenilemiştir. Dava dilekçesinde diğer iddiaların yanında başvurucunun, borcun doğduğu dönemde Şirketin kanuni temsilcisi olmadığından sorumluluğunun bulunmadığı öne sürülmüştür.

Mahkemece dava reddedilmiştir.

Başvurucu bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur.

Temyiz istemini inceleyen Danıştay Onüçüncü Dairesi İdare Mahkemesi kararını onamıştır.

Karar düzeltme istemi de reddedilmiştir. Nihai karar başvurucuya tebliğ edilmiş olup, başvurucu 05/09/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

KARAR: Anayasa’nın 35. maddesi şöyledir:“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

Somut olayda kanuni temsilcisi bulunduğu Şirkete ait kamu alacağının başvurucudan tahsili amacıyla ödeme emri düzenlenmiştir. Ödeme emri, içeriğindeki kamu alacağının borçlu tarafından ödenmesi buyruğunu havi bir idari işlemdir. Ödeme emrinin konusu, ihtiva ettiği kamu alacağının borçlu tarafından ödenmesi buyruğudur. Ödeme emri düzenlenmesindeki amaç, içerdiği alacağın borçlunun mal varlığından -mümkünse rızasıyla değilse cebren- tahsil edilmesi/alınmasıdır. Dolayısıyla ödeme emrinin borçlunun mal varlığını etkileyen/azaltan bir işlem olduğu anlaşılmaktadır. Borçlunun mal varlığındaki eksilmenin mülk teşkil edeceği açıktır.

Asıl üzerinde durulması gereken, müdahalenin orantılı olup olmadığıdır. Bu nedenle uygulanan tedbirle başvuruculara aşırı ve orantısız bir yük yüklenip yüklenmediğinin tespiti gerekmektedir.

Başvurucunun 1996 -1999 tarihleri arasında yönetim kurulu üyeliği görevinde bulunduğu Şirket tarafından Yaşarbanktan kredi kullanılmıştır. Ancak bu krediler geri ödenmemiş olup katedilmiştir. Yaşarbankın 1999 tarihinde TMSF'ye devri nedeniyle Şirketin Yaşarbanktan kullandığı krediler TMSF'ye devir ve temlik edilmiş, Yaşarbanka ait alacak bu tarihte kamu alacağına dönüşmüştür. Şirketler Grubu ile imzalanan protokollere rağmen borcun ödenmemesi üzerine başvurucu adına 6183 sayılı Kanun gereğince 37.200.326,54 TL tutarlı ödeme emri düzenlenmiştir.

Başvurucunun sorumlu tutulduğu kamu alacağını doğuran olay Yaşarbanktan kredi kullanılmasıdır. Başvurucu, kredinin kullanıldığı tarihlerde Şirketin kanuni temsilcisi değildir. Bununla birlikte Daire kararından da anlaşıldığı üzere başvurucu, kredinin ödeme tarihinde Şirketin kanuni temsilcisidir. Yaşarbanktan kullanılan kredinin Şirketi temsilen ve Şirket mal varlığından temin edilen kaynakla ödenmesi kanuni temsilcinin yasal ödevidir. Bu ödevin ifa edilmemiş olması durumunda başvurucunun sorumluluğundan söz edilebilir. Ancak kanuni temsilcinin Şirkete ait kredi borcunu ödemekle yükümlü olması, bu borcu kendi mal varlığından ödemesi gerektiği anlamına gelmez. Bu hususta kanuni temsilciye düşen ödev, Şirket borcunu Şirketin mal varlığından temin ederek ödemektir. Şirketin borcu karşılayacak miktarda mal varlığı yoksa -aciz durumuna düşmesine fiil ve işlemleriyle katkıda bulunmuş olması gibi istisnai hâller haricinde- eylemi borcu ödememekten ibaret olan kanuni temsilcinin sorumluluğuna gidilmesi adalet ve hakkaniyet ölçüsünü zedeleyebilir.

Somut olayda başvurucunun, kanuni temsilci olarak görev yaptığı tarihlerde Şirketin mal varlığının önceki dönemde çekilen kredilerin ödenmesine yetecek düzeyde olmadığı yönünde bir iddiası bulunmamaktadır. Dosyadan da buna ilişkin bir veri elde edilememektedir. Öte yandan başvurucunun Yurtbankın hâkim ortaklarından olan Şirketler Grubunun bir mensubu olduğu ve Yurtbankın yönetiminde de görev yaptığı görülmektedir. Murakıp raporundan Yurtbankın Şirketler Grubuna ait 23 şirkete dolaylı ve doğrudan yüklü miktarda kredi kullandırdığı ve bunların geri ödenmediği anlaşılmaktadır. Bu hususlar da gözetildiğinde Şirketin kredi borcunu ödeme sorumluluğunu yerine getirmeyen kanuni temsilcisinin (başvurucunun) bu borçtan kaynaklanan kamu alacağından sorumlu tutulmasının başvurucuya aşırı ve orantısız bir külfet yüklemediği değerlendirilmektedir.

Başvurucu, sonradan yürürlüğe giren kanunun geçmişe yürütülmesi suretiyle sorumluluğunun artırıldığını ileri sürmektedir. Başvurucu adına düzenlenen ödeme emrinin dayanağını teşkil eden 6183 sayılı Kanun'un mükerrer 35. maddesinin birinci fıkrası, Şirket borçlarının kamu alacağına dönüştüğü tarihten önce de yürürlükte bulunmaktadır. 5766 sayılı Kanun'un 4. maddesiyle 6183 sayılı Kanun'un mükerrer 35. maddesine eklenen beşinci fıkranın amacı, bu hükmün yorumuna ilişkin olarak özellikle Danıştay’ın vergisel kamu alacaklarına ilişkin uyuşmazlıklara bakmakla görevli daireleri arasında ortaya çıkan yorum farklılıklarını gidermektir. Anılan beşinci fıkrayla, kanuni temsilcinin sorumluluğunu düzenleyen birinci fıkraya ilişkin değişiklik yapılmamaktadır. Değişiklik, maddenin yorumuna ilişkindir. Farklı yorumların giderilmesi amacıyla yapılan bir yasal düzenlemenin tek başına başvurucunun sorumluluğunu ağırlaştırdığı sonucuna ulaşılamaz.

Somut olayda başvurucu, kanuni temsilcilik görevinin sona erdiği tarihten sonra gerçekleşen ve bu nedenle müdahale şansının bulunmadığı bir eylemden değil aksine kendi döneminde ödenmesi gereken kredi borcunun ödenmemiş olmasından sorumlu tutulmaktadır. Dolayısıyla somut olayın koşulları dikkate alındığında 6183 sayılı Kanun'un mükerrer 35. maddesine eklenen beşinci fıkranın iptal edilmiş olmasının başvurucunun durumunu etkileyen bir yönünün bulunmadığı kanaatine varılmaktadır.

Sonuç olarak başvurucunun kanuni temsilcisi bulunduğu Şirkete ait kredi borcunu ödeme yükümlülüğünü ifa etmemesinden doğan ve Şirket kaynaklarından tahsil edilemeyen 37.200.326,54 TL kamu alacağından sorumlu tutulmasının başvurucuya aşırı ve orantısız bir külfet yüklemediği ve bu suretle mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kamu yararı ile malikin mülkiyet hakkı arasında gözetilmesi gereken adil dengeyi başvurucu aleyhine bozmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.

Açıklanan nedenlerle mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna, Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edilmediğine, kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına gönderilmesine 25/07/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


BaroKart Blog'da bulunan Yüksek Mahkeme Kararları yargitay.gov.tr, danistay.gov.tr, anayasa.gov.tr resmi internet sitelerinden alınmıştır.

NASIL ÇALIŞIR?

Otobil'inizi akaryakıt satış görevlisine gösterin. Akaryakıt satış görevlisi sisteme otobilinizi okuttuktan sonra otomatik olarak BaroKart’ ınız içerisinde bulunan bakiyenizden akaryakıt tutarı düşecek ve size sağlanan avantaj anında BaroKart'ınıza yansıtılacaktır.

Başvuru yapmak için tıklayınız.