img

 

img img
HAFTANIN YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi
2016/7234 E. 2016/10359 K.
K.Tarihi 24.10.2016

Yargıtay 16. Ceza Dairesi
2017/ 1837 E. 2017 / 5063 K.
K.TARİHİ: 03.10.2017

Danıştay 15. Daire
2017/1296 E. 2017/5450 K.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi İkinci Bölüm
Başvuru Numarası:2014/3793
Karar Tarihi:18.11.2017

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi
2016/7234 E. 2016/10359 K.
K.Tarihi 24.10.2016
Mahkeme : Asliye Hukuk Mahkemesi
Konu : İcra müdürünün ve davalı alacaklı vekilinin kusurlu işleminden kaynaklanan tazminat istemi hk.

ÖZET: Borçlu aleyhine icra takibi yapıldığını, takipten 3 ay önce borçlunun vefat ettiğini, yapılan takip sırasında borçluya yapılan tebligatların iade edildiğini ve iade nedeni olarak borçlunun vefat ettiğinin bildirildiğini, bu beyana rağmen ölmüş olan murislerine karşı takibe devam edildiğini sonuçta ihale ile murise ait ipotekli taşınmazın satışının yapıldığını iddia ederek, uğranılan zararın tazmini isteminde bulunulmuştur.

KARAR: Dava, icra müdürünün kusurlu işleminden kaynaklanan tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, istemin dava şartı yokluğundan reddine karar verilmiş; karar, davacılar vekili tarafından temyiz olunmuştur.

Davacı, .. esas sayılı dosyasıyla icra takibi yapıldığını, takipten 3 ay önce borçlunun vefat ettiğini, yapılan takip sırasında .. yapılan tebligatların iade edildiğini ve iade nedeni olarak vefat ettiğinin bildirildiğini, bu beyana rağmen ölmüş olan murislerine karşı takibe devam edildiğini sonuçta ihale ile murise ait ipotekli taşınmazın satışının yapıldığını iddia ederek, uğranılan zararın tazmini isteminde bulunmuşlardır.

Davalılar, söz konusu işlemde bir kasıt ya da ihmalleri olmadığını belirterek istemin reddi gerektiğini savunmuşlar, davalı idare ayrıca yetki itirazında bulunmuştur.

Mahkemece, davacının davasının temel dayanağı olan icra memuru işleminin .. esas sayılı dosyası ile ilgili olduğu, davalılar tarafından usulüne uygun olarak yetki itirazında bulunulduğu, kusurlu davranışın yapıldığı iddia edilen icra memurunun .. çalışması sebebiyle ... hakkında açılan dava yönünden mahkemenin yetkisizliğine karar verilmiş, diğer davalılar yönünden de istemin esastan reddine karar verilmiştir.

6100 Sayılı HMK'nın 16 maddesinde haksız fiilden doğan davalarda, haksız fiilin işlendiği veya zararın meydana geldiği yahut gelme ihtimalinin bulunduğu yer ya da zarar görenin yerleşim yeri mahkemesinin de yetkili olacağı düzenlenmiştir.

Davaya konu olayda her ne kadar esas takip dosyası .. olup usulsüz tebligatları .. yapmış olsa da davacılar murisine ait taşınmazın satış işlemleri .. yapılmıştır. HMK'nın 16. maddesi de gözetildiğinde davacıların yetkili mahkemenin belirlenmesine yönelik seçimlik haklarını doğru kullandığı açık olup, davalı idare aleyhine dava açılmasında bir yanlışlık yoktur. Bu sebeple mahkemece, davalı idare yönünden .. yetkili olmadığı yönünde verilen karar usul ve yasaya uygun olmayıp bozulması gerekmiştir.

Somut olayda; davalı ..., İcra İflas Kanunu 5. maddesi gereğince sorumlu olup, davalı alacaklı vekili de, haksız eylemi icra müdürü ile birlikte iştirak halinde işlediğinden sorumludur. Şöyle ki; davacılar murisine yapılan ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla takibe dair icra emri, 15/10/2010 tarihinde komşu beyanına göre vefat etti şeklinde şerh düşülerek mercie iade edilmiştir. Bu durum, dosyadaki tebligat parçasından çok açık ve net şekilde anlaşılmaktadır. Buna rağmen dosyadaki T.C. kimlik numarası ile komşu beyanının doğruluğu araştırılabilecekken davalı vekili 09/11/2010 tarihli talebinde borçluya tebligatın bila tebliğ döndüğünü beyanla Tebligat Kanunu'nun 35. maddesine göre tebligat yapılmasını talep etmiş, icra müdürü de bu talep doğrultusunda TK/35 e göre tebligat çıkarmış ve icra takip işlemlerine devam edilmiştir. Aynı şekilde 15/12/2010 günü alacaklı vekili kıymet takdirinin de tebliğini talep etmiş, .. memuru 23/12/2010 tarihinde komşu beyanına göre muhatap vefat ettiğinden mercie iadesine dair şerh düşerek tebligatı iade etmiştir. Bu hatalı işlemler silsilesi davacılar murisine ait taşınmazın icra vasıyasıyla ihale yoluyla satılıp taşınmaz üçüncü kişi adına tescil edilip kişi taşınmazı fiilen teslim almak isteyene kadar devam etmiştir.

Şu halde; davalı avukatın sorumluluğu da müteselsil sorumluluk ilkeleri kapsamında değerlendirilerek bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirme ile bu davalı yönünden istemin reddine karar verilmesi doğru bulunmamış ve kararın bozulması gerekmiştir.

Temyiz olunan kararın yukarıdaki bentlerde gösterilen sebeplerle davacılar yararına BOZULMASINA, davacıların diğer temyiz itirazlarının ilk bentte gösterilen sebeplerle reddine ve peşin alınan harcın istenmesi halinde iadesine 24/10/2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


Yargıtay 16. Ceza Dairesi
2017/ 1837 E. 2017 / 5063 K.
K.TARİHİ: 03.10.2017
Mahkeme: Ağır Ceza Mahkemesi
Konu: Fiziki kayıtlar ile UYAP taki kayıtlar çelişkili olursa UYAP kayıtlarına itibar edilir.

ÖZET: Sanık hakkında silahlı terör örgütü üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme suçundan mahkumiyetine ilişkin (kapatılan) Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesinin (TMK 10. maddesi ile Görevli) 09.01.2013 tarih ve 2012/231 E. 2013/1 K sayılı kararının sanık müdafii tarafından temyizi üzerine Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 02.05.2014 tarih ve 2013/16441 Esas, 2014/5447 Karar sayılı ilamı ile "Sanık müdafiinin yasal süreden sonra olan temyiz isteğinin CMUK`nın 317. maddesi uyarınca REDDİNE" oybirliğiyle karar verilmiştir

KARAR: Sanık ... hakkında Silahlı Terör Örgütü Üyesi Olmamakla Birlikte Örgüt Adına Suç İşleme suçundan yapılan yargılama neticesinde Diyarbakır (kapatılan) 7. Ağır Ceza Mahkemesinin (TMK 10. Maddesi ile Görevli) 09.01.2013 tarih ve 2012/231 E. 2013/1 K sayılı dosyasında mahkumiyetine karar verildiği, anılan kararın sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya Yargıtay 9. Ceza Dairesince incelenerek 02.05.2014 tarih ve 2013/16441 Esas, 2014/5447 Karar sayılı ilamı ile "Sanık ... müdafiinin yasal süreden sonra olan temyiz isteğinin CMUK`nın 317. maddesi uyarınca REDDİNE” karar verilmiş,

Sanık müdafiine, mahkeme kaleminde yapılan fiziki tebligat parçası üzerinde tebliğ tarihi olarak 06.05.2013 tarihi yazılmış ise de; Uyap sistemi üzerinden yapılan incelemede bahse konu tebligatın 06.06.2013 tarihinde sistem üzerinden başlatıldığı, dolayısıyla sanık müdafiinin gerekçeli karara ilişkin tebligatı 06.06.2013 tarihinde tebellüğ edip, aynı tarihte dosyaya sunduğu dilekçe ile temyiz kanun yoluna başvurduğu, ilgili temyiz başvuru dilekçesine de 06.06.2013 tarihinde hakim

havalesinin yapıldığı, 07.06.2013 tarihinde de temyiz defterine kaydının yapıldığı, buna dair temyiz defterine kayıt bilgisinin yer aldığı evrakın dosya arasında bulunduğu, Ceza Muhakemesi Kanununun 38/A maddesinin 5. Fıkrasında "Elektronik imzalı belgenin elle atılan imzalı belgeyle çelişmesi halinde UYAP’ta kayıtlı olan güvenli elektronik imzalı belge geçerli kabul edilir" şeklinde ve Adalet Bakanlığının 124/1 numara sayılı genelgesinde "UYAP kapsamındaki bilgiler ile fiziki ortamdaki bilgiler arasında çelişkiye mahal verilmemesi, bir çelişki olması halinde UYAP kayıtlarına itibar edilmesi" şeklinde yer alan düzenlemeler de göz önünden bulundurulduğunda farklı iki tarihten, UYAP sistemine kayıtlı ve sanık lehine olan 06.06.2013 tarihinin tebellüğ tarihi olarak kabul edilmesi gerektiği anlaşılmış,

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itiraz gerekçeleri yerinde görülmekle itirazın kabulüne karar verilmiştir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazının KABULÜNE,

Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 02.05.2014 tarih ve 2013/16441 Esas, 2014/5447 sayılı ilamında diğer sanıklarla ilgili kısımlar saklı kalmak kaydıyla sanık ... hakkındaki temyiz talebinin reddine ilişkin kısmın kaldırılmasına;

Sanık müdafiinin temyizine ilişkin incelemede;

Sanık hakkında öncelikle temel ceza tayin edilip sonrasında TCK`nın 220/6. maddesinin 2. cümlesindeki indirim uygulandıktan sonra devamında 3713 sayılı Kanunun 5. maddesi gereğince arttırım yapılması gerekirken yazılı şekilde uygulama yapılması sonuç ceza değişmediğinden bozma nedeni yapılmamış; Anayasa Mahkemesinin 24.11.2015 tarih ve 29542 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 tarih, 2014/140 E. 2015/85 K. sayılı iptal kararının TCK`nın 53. maddesinin uygulanması yönünden infaz aşamasında gözetilmesi mümkün görülmüştür.

Sanık ...`ın örgüt adına işlediği 2911 sayılı Kanunun 32/1 maddesine uygun suçun, hükümden sonra 30.04.2013 tarihli Resmi Gazete`de yayımlanarak yürürlüğe giren 6459 sayılı Kanunun 8. maddesi ile 3713 sayılı Kanunun 7. maddesine eklenen 4. fıkra kapsamında sayılan suçlardan olmadığı belirlenerek yapılan incelemede;

Yapılan yargılama sonunda toplanan deliller karar yerinde incelenip sanığın suçunun sübutu kabul, olay niteliğine ve kovuşturma sonuçlarına uygun şekilde vasfı tayin edilmiş, cezayı azaltıcı sebebin niteliği takdir kılınmış, savunmaları inandırıcı gerekçelerle reddedilmiş, incelenen dosyaya göre verilen hükümde bir isabetsizlik görülmemiş olduğundan, sanık müdafiinin yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle hükmün ONANMASINA, 03.10.2017 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.


Danıştay 15. Daire
2017/1296 E. 2017/5450 K.
Mahkeme: İdare Mahkemesi
KONU: Meydana gelen terör saldırısında davacılar murisinin yaşamını yitirmesi nedeniyle davacıların uğradıkları ileri sürülen maddi ve manevi zararların tazmini.

ÖZET: Dava, İstanbul İli, Güngören İlçesi, Güven Mahallesi, Menderes Caddesi'nde meydana gelen terör saldırısında davacılar murisinin yaşamını yitirmesi nedeniyle davacıların uğradıkları ileri sürülen maddi ve manevi zararların tazmini istemiyle açılmıştır. Dava konusu olayın meydana gelmesinde idarenin hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluğunun bulunmadığı görüldüğünden, 2577 sayılı Kanun'un 13. maddesine göre açılmış bulunan bu tam yargı davasında tazminata hükmetmeye olanak bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Davacılar tarafından, anılan Mahkeme kararının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek temyizen incelenip bozulması istenilmektedir.

KARAR: 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun'un 12. maddesi ile, Kanun kapsamındaki maddi zararların sulhen karşılanması için özel bir usul öngörülmüştür. Buna göre, Kanunda belirtilen süreler içinde ilgili valiliklere yapılan başvurular, valilikler nezdinde oluşturulan komisyonlarca değerlendirmeye tâbi tutulmakta ve başvuranın zarara uğradığı sonucuna varılması halinde saptanan zararın ödenmesine karar verilerek bu miktar üzerinden düzenlenen sulhname tasarısı davet yazısı ile birlikte hak sahibine tebliğ edilmektedir. Davet üzerine gelen hak sahibi veya yetkili temsilcisinin sulhname tasarısını kabul etmesi halinde, bu tasarının kendisi veya yetkili temsilcisi ve komisyon başkanı tarafından imzalanacağı belirtilmiş, maddenin son fıkrasında da sulh yoluyla çözülemeyen uyuşmazlıklarda ise ilgililerin yargı yoluna başvurma haklarının saklı olduğu hükme bağlanmıştır.

Anılan 12. maddenin gerekçesinde ise "... Hukukumuzda feragat, kabul ve sulh gibi işlemler, görülmekte olan davaları sona erdiren işlemlerdir. Sulh işlemi, dava öncesi yapılmışsa dava açılmasını engelleyici özelliktedir. Sulh işlemine rağmen dava açılırsa bu durum itiraz olarak ileri sürülebilir ve dava ortadan kaldırılır. Böylece dostane bir çözüm şekli olan sulh bağlayıcı niteliktedir." şeklinde açıklamalara yer verilmiştir.

5233 sayılı Kanun'un yukarıda aktarılan amacı, gerekçesi ve 12. madde metninin birlikte değerlendirilmesinden; sulhnamenin imzalanmasından sonra dava açılmasına hukuki olanak bulunmamaktadır.

Dosyanın incelenmesinden, 27/07/2008 tarihinde İstanbul İli, Güngören İlçesi, Güven Mahallesi, Menderes Caddesi'nde terör örgütü mensupları tarafından yerleştirilen bombanın patlaması sonucunda davacılar murisi Servet Asan'ın yaşamını yitirdiği, Güngören Kaymakamlığı Zarar Tespit Komisyonu'nun 28/07/2008 tarih ve 1-8 sayılı işlemiyle Servet Asan'ın ölümü nedeniyle mirasçılarına 20.000,00-TL ödeme yapılmasına karar verildiği, davacı tarafından fazlaya dair hakları ve mahkeme hakları saklı kalmak kaydıyla bütün maddi zararlarının tazminini öngören sulhnamenin imzalandığı, 28/07/2008 tarihli sulhnameye istinaden ödemenin yapıldığı, davacılar tarafından 24/09/2008 tarihli dilekçe ile , İstanbul Valiliği ve Güngören Kaymakamlığı'na başvuruda bulunularak uğradıkları ileri sürülen maddi ve manevi zararlarının tazmininin talep edildiği, başvurunun 5233 sayılı Kanun uyarınca maddi zararlarının karşılandığı, 5233 sayılı Kanun uyarınca manevi tazminat ve diğer taleplerin karşılanamayacağından bahisle reddedilmesi üzerine 23/12/2008 tarihinde maddi ve manevi zararlarının tazmini istemiyle bakılan davanın açıldığı anlaşılmıştır.

Olayda, 28/07/2008 tarihinde davacı tarafından bütün maddi zararlarının tazminini öngören sulhname imzalanmış ve sulhnameye istinaden ödeme yapılmış olup sulhname imzalanmasıyla maddi tazminata ilişkin uyuşmazlık ortadan kalktığından maddi tazminat isteminin reddi yolunda verilen Mahkeme kararı sonucu itibariyle yerinde görülmüştür.

Mahkeme kararının reddedilen maddi tazminat istemi üzerinden davalı idare lehine nispi vekalet ücretine hükmedilmesine ilişkin kısmına gelince;

02/11/2011 tarih ve 28103 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan Genel Bütçe Kapsamındaki Kamu İdareleri ve Özel Bütçeli İdarelerde Hukuk Hizmetlerinin Yürütülmesine İlişkin 659 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin (KHK) 14. maddesi ile; “Tahkim usulüne tabi olanlar dahil adli ve idari davalar ile icra dairelerinde idarelerin vekili sıfatıyla hukuk birimi amirleri, muhakemat müdürleri, hukuk müşavirleri ve avukatlar tarafından yapılan takip ve duruşmalar için, bu davaların idareler lehine neticelenmesi halinde, bunlar tarafından temsil ve takip edilen dava ve işlerde ilgili mevzuata göre hükmedilmesi gereken tutar üzerinden idareler lehine vekalet ücreti takdir edilir.” hükmü yürürlüğe konulmuştur.

Anılan maddedeki “hukuk birimi amirleri, hukuk müşavirleri, muhakemat müdürleri” ibarelerinin iptali istemiyle açılan davanın reddi yolunda verilen ve 23/11/2013 tarih ve 28830 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan, Anayasa Mahkemesinin 06/06/2013 tarih ve E: 2011/145, K: 2013/70 sayılı kararı karşısında, söz konusu KHK hükmünün meşru olduğu açıktır.

Avukatlık Kanunu'nun 168. maddesinin 3. fıkrasında, avukatlık ücretinin takdirinde, hukukî yardımın tamamlandığı veya dava sonunda hüküm verildiği tarihte yürürlükte olan tarifenin esas alınacağı hükmü yer almaktadır.

Bu nedenle, 659 sayılı KHK.'nın yürürlüğünden önce açılan davada hüküm tarihinde anılan KHK.nın yürürlüğe girmiş olması nedeniyle, davanın kısmen veya tamamen reddi halinde, davalı Bakanlık lehine vekalet ücretine hükmedilecektir.

Avukatlık Asgari Ücret Tarifelerine göre, maddi ve manevi tazminat istemleri hakkında verilecek kararlarda vekalet ücretleri ayrı ayrı hesaplanacaktır.

Bu hukuksal durum ve müddeabihin yüksek tutulmasına neden olan usule ilişkin engel bir arada ele alındığında, davalı Bakanlığa karşı açılan davanın kısmen veya tamamen reddi halinde, davayı açarken böyle bir ihtimali öngörmesi mümkün olmayan davacıların ödemek zorunda kalacağı vekalet ücreti, mahkemeye erişim hakkına engel olabilecek derecede ölçüsüz bir miktara ulaşmıştır.

Yukarıda belirtilen hukuki ve maddi veriler karşısında, Mahkeme kararındaki, davalı idare lehine vekalet ücretine hükmedilmesiyle ilgili kısmın “adil yargılanma” ilkesi çerçevesinde değerlendirilmesi gerekmektedir.

Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmektedir.

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin “adil yargılanma hakkı” ile ilgili 6. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

“ Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.” Bu metinde, adil yargılanma hakkının kapsam ve içeriği açık olarak belirtilmemiştir. Ancak somut olayın koşullarının bu hak karşısındaki durumunun değerlendirilmesi gerekmektedir.

Anayasa'nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte, bunun hiçbir şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu söylenemez. Özel sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların da hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırlarının bulunduğu kabul edilmektedir. Ayrıca hakkı düzenleyen maddede herhangi bir sınırlama nedenine yer verilmemiş olsa da, Anayasanın başka maddelerinde yer alan kurallara dayanarak bu hakların sınırlandırılması da mümkün olabilir. Dava açma hakkının kapsamına ve kullanım koşullarına ilişkin bir kısım düzenlemelerin hak arama özgürlüğünün doğasından kaynaklanan sınırları ortaya koyan ve hakkın norm alanını belirleyen kurallar olduğu açıktır. Ancak bu sınırlamalar Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan güvencelere aykırı olamaz (AYM, 01.11.2012 tarih, E.2010/83, K.2012/169 sayılı karar).

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, mahkemeye erişim hakkının dayanağı olan Sözleşme'nin 6. maddesinde adil yargılanma hakkının sınırlandırılması rejimi düzenlenmemiş olmasına rağmen, bunun hiçbir surette mahkemeye erişim hakkının sınırlandırılamayacağı anlamını taşımadığını, hakkın niteliği gereği, mahkemeye erişim konusunda devletin bir takım sınırlama ve düzenlemeler yapmasının kaçınılmaz olduğunu kabul etmektedir. Ancak, bu sınırlamaların hakkın özüne zarar vermeyecek nitelikte, meşru bir amaca dayalı ve kullanılan aracın sınırlama amacı ile orantılı olması, kamu yararının gerekleri ile bireyin hakları arasında kurulmaya çalışılan adil dengeyi bozacak şekilde birey aleyhine katlanılması zor külfetler yüklenmemiş olması gerekir ( Ashingdane/Birleşik Krallık, B. No: 8225/78, 28.05.1985, § 57).

Anayasa'nın 13. maddesi, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceğini, bu sınırlamaların, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağını düzenlemektedir.

Hüküm tarihinde yürürlükte olan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca, reddedilen maddi tazminat miktarı üzerinden davacılar aleyhine 10.000,00-TL nispi vekalet ücretine hükmedilmesi, mahkemeye erişim hakkına bir sınırlama olarak değerlendirilmelidir. Bu sınırlamanın yasal dayanağı bulunmaktadır ve meşrudur. Ancak bu miktarın ölçülü olup olmadığının değerlendirilmesi de gerekmektedir. Bu değerlendirme de yukarıda belirtildiği gibi, hukuki ve maddi veriler gözönünde tutularak yapılmalıdır.

Yukarıda açıklandığı gibi, davanın açıldığı tarihte 2577 sayılı Kanunda tam yargı davalarında fazlaya ilişkin hakkın saklı tutulmasına veya müddeabihin dava açıldıktan sonra artırılmasına olanak sağlayan “ıslah” müessesine yer verilmemişti.

Davanın açıldığı tarihte mevzuatta yer almayan, hukuk birimi amirleri, muhakemat müdürleri, hukuk müşavirleri ve avukatlar tarafından yapılan takip ve duruşmalar için vekalet ücreti ödenmesine yönelik 659 sayılı KHK, hüküm tarihinde yürürlüktedir. Avukatlık Kanunu'nun 168. maddesi uyarınca da temyiz istemine konu kararla davalı Bakanlık vekili için reddedilen maddi tazminat miktarı üzerinden hesaplanan 10.000,00-TL vekalet ücreti ödenmesi hüküm altına alınmıştır.

Davacı, uyuşmazlık tarihinde idari yargılama usulüne ilişkin mevzuatın fazlaya ilişkin hakkın saklı tutulmasına veya ıslaha izin vermemesi nedeniyle, davayı açarken dava miktarını yüksek göstermek zorunda kalmıştır. Mevzuatın neden olduğu bu çaresizlik, davacının öngöremeyeceği 659 sayılı KHK ile oluşan hukuki ortam, davanın reddine karar verilmesi nedeniyle, Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca, reddedilen maddi tazminat miktarı üzerinden hesaplanan davacılar aleyhine 10.000,00-TL vekalet ücretine hükmedilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu sonuç, vekalet ücreti yönünden mahkemeye erişim hakkına ölçüsüz bir sınırlama oluşturmaktadır.

Bu durumda, İdare Mahkemesince reddedilen maddi tazminat miktarı için davalı idare vekili için maktu vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken, nispi vekalet ücretine hükmedilmesinde hukuki isabet bulunmamaktadır.

Mahkeme kararının manevi tazminat isteminin reddine ilişkin kısmı incelenecek olursa;

Anayasanın 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti'nin, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu, 5. maddesinde; devletin temel amaç ve görevlerinin, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak olduğu, 125. maddesinde; idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu belirtildikten sonra, aynı maddenin son fıkrasında, idarenin eylem ve işlemlerinden doğan (maddi ve manevi) zararı ödemekle yükümlü olduğu hükme bağlanmıştır.

İdarenin hukuki sorumluluğu, kamusal faaliyetler sonucunda, idare ile bireyler arasında bireyler zararına bozulan ekonomik dengenin yeniden kurulmasını, idari etkinliklerden dolayı bireylerin uğradığı maddi zararlar yanında manevi zararların da idarece tazmin edilmesine olanak sağlayan bir hukuksal kurumdur. Bu kurum, kamusal faaliyetler nedeniyle bireylerin malvarlığında ortaya çıkan eksilmelerin ya da çoğalma olanağından yoksunluğun giderilebilmesini, yine bu surette oluşan manevi zararların karşılanabilmesi için aranılan koşulları, uygulanması gereken kural ve ilkeleri içine almaktadır.

İdare, Anayasanın 125. maddesinde de belirtildiği üzere, kural olarak yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlü olup; idari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar, idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir. Bunun yanında, idarenin faaliyet alanıyla ilgili, önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemediği bir takım zararları da nedensellik bağı aramadan tazmin etmesi gerekmektedir.

İdarenin kusura dayalı ya da kusursuz sorumluluğu yanında, Anayasanın öngördüğü sosyal hukuk devleti anlayışına uygun olarak ve bu temel üzerinden, kollektif sorumluluk anlayışı çerçevesinde bilimsel ve yargısal içtihatlar ile geliştirilen sosyal risk ilkesi, Anayasa'nın yukarıda öngördüğü amaçların gerçekleştirilmesine yöneliktir.

Sosyal risk ilkesi ile toplumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanan, idarenin faaliyet alanında meydana gelmekle birlikte, yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmayan, toplumsal nitelikli riskin gerçekleşmesi sonucu oluşan, salt toplumun bireyi olunması nedeniyle uğranılan özel ve olağandışı zararların da topluma pay edilerek giderilmesi amaçlanmıştır. Genel bir ifade ile "terör olayları" olarak nitelenen eylemlerin, Devlete yönelik olduğu, Anayasal düzeni yıkmayı amaçladığı, bu tür olaylarda zarar gören kişi ve kuruluşlara karşı kişisel husumetten kaynaklanmadığı bilinmekte ve gözlenmektedir. Sözü edilen olaylar nedeniyle zarara uğrayan kişiler, kendi kusur ve eylemleri sonucu değil, toplumun bir bireyi olmaları nedeniyle zarar görmektedirler. Belirtilen şekilde ortaya çıkan zararların ise, özel ve olağandışı nitelikleri dikkate alınıp, terör olaylarını önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemeyen idarece, yukarıda açıklanan sosyal risk ilkesine göre, topluma pay edilmesi suretiyle tazmini hakkaniyet gereği olup, sosyal devlet ilkesine de uygun düşecektir.

Terör eylemleri nedeniyle mağdur olan bireylerin zararlarının sulh yoluyla ödenebilmesi amacıyla 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkındaki Kanun 27/07/2004 tarihinde yürürlüğe girmiş, Kanunun yürürlüğe girmesinin ardından AİHM nezdinde açılan davalarda hükümetin yaptığı itirazlar yerinde görülmüş ve 5233 sayılı Kanun'un etkin bir başvuru yolu olduğu belirtilmiştir. Anılan Kanunun gerekçesinde, "Devletin anayasal düzenini yıkmayı amaçlayan terör eylemlerine hedef olan kişiler kendi kusur ve fiilleri sonucu değil, toplumun bir bireyi olarak zarar görmektedirler. ... Ortaya çıkan bu zararın paylaştırılması, toplumun diğer kesimleri ile zarara uğramış kişiler arasında fedakarlığın denkleştirilmesi, hakkaniyet ve sosyal hukuk devleti ilkelerinin bir gereğidir. ... Bu çerçevede... Terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar gören kişilerin maddi zararlarının, idarece en kısa süre içinde ve sulh yoluyla karşılanması ... amacıyla bu Tasarı hazırlanmıştır." denilmekle birlikte, komisyonlarda tartışılan manevi zararlara ilişkin olarak Kanunda olumlu ya da olumsuz herhangi bir ibare yer almamaktadır.

Yine konuya ilişkin yasama çalışmalarından anlaşıldığı üzere, sözü edilen kanunun temel amaçlarından biri de yargı dışı bir yöntem geliştirerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne bu konuda yapılan başvuruları sona erdirip, bireyler aleyhine oluşan dengenin iç hukukta geliştirilen usullerle yeniden kurulmasını sağlamaktır. Bu çerçevede, 5233 sayılı Kanun çıkarılmadan önce Danıştay İçtihatları ile terör olayları nedeniyle uğranılan manevi zararların Anayasa'ya dayalı olarak sosyal risk ilkesi uyarınca tazmini olanaklı iken, yasama organınca, özellikle yaşam hakkı başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına yol açar nitelikte ve manevi tazminat ödenmesini engellemek amacına yönelik böyle bir kanunun yürürlüğe konulduğu söylenemez.

Terör eylemleri sonucu oluşan olaylar incelendiğinde, bir taraftan hayvanlara, ağaçlara, ürünlere, ev ve ev eşyalarına ve diğer taşınır ve taşınmazlara verilen zararlar, yaralanma, engelli hale gelme ve ölüm nedeniyle uğranılan zararlar yada kişilerin malvarlıklarına ulaşamamalarından kaynaklı maddi zararlar yanında, esasen terör eylemlerine maruz kalan vatandaşların hayatları boyunca çektikleri ve çekecekleri üzüntü, acı, elem ve psikolojik buhran, vb. gibi manevi zararların da mevcut olduğu ve bu manevi zararların büyük sıkıntılara yol açacağı hususu inkar edilemez bir gerçektir. Dolayısıyla, idare hukuku kuralları çerçevesinde Anayasa'ya dayalı olarak geliştirilen bir ilke uyarınca manevi zararların karşılanma olanağının, içeriği itibariyle engelleyici bir hüküm taşımayan yasa ile ortadan kaldırıldığından bahsedilmesi olanaksızdır.

Kaldı ki, manevi tazminat, patrimuanda meydana gelen bir eksilmeyi karşılamaya yönelik bir tazmin aracı değil, tatmin aracıdır. Başka türlü giderim yollarının bulunmayışı veya yetersiz kalışı, manevi tazminatın parasal olarak belirlenmesini zorunlu hale getirmektedir. Olay nedeniyle duyulan elem ve ızdırabı kısmen de olsa hafifletmeyi amaçlar. Belirtilen niteliği gereği manevi tazminatın zenginleşmeye yol açmayacak şekilde belirlenmesi gerekmekte ise de, tam yargı davalarının niteliği gereği takdir edilecek miktarın aynı zamanda duyulan elem ve ızdırabı giderecek bir oranda olması gerekmektedir. İşte bu niteliğinden dolayı sorumluluk hukukunun genel çerçevesinde manevi tazminatın miktarı her bir olay ve birey yönünden yargı yerlerince farklı şekilde değerlendirileceğinden, manevi tazminat miktarının idare organlarınca takdir edilmesini sağlayacak şekilde yasayla belirlenmesi de müessesenin niteliği ile bağdaşmayacağından, yasa koyucunun bunu Kanunda açıkça öngörmesini beklemek de gerçekçi değildir.

Bununla birlikte Elazığ İdare Mahkemesi tarafından, 5233 sayılı Kanun'un, terör veya terörle mücadeleden dolayı zarara uğrayanların manevi zararları dışında yalnızca maddi zararlarının tazminine ilişkin hükümlerinin Anayasanın 2., 5., 11., 36., 90. ve 125. maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi'ne yapılan başvuru üzerine Anayasa Mahkemesi'nce verilen 25/06/2009 tarih, E:2006/79, K:2009/97 sayılı kararın manevi zararlara ilişkin bölümünde, "...5233 sayılı Yasa, terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar gören kişilerin maddi zararlarının özellikle yargı yoluna gitmelerine gerek kalmadan, idarece en kısa süre içinde ve sulh yoluyla karşılanması amacıyla hazırlanmış bir yasadır. Yasa bu yönüyle zarara uğrayan vatandaş ile devlet arasındaki uyuşmazlıkta yargı yoluna gidilmeden alternatif bir çözüm yöntemi getirmiştir...

5233 sayılı Yasa, idarenin eylem ve işleminin sonucu olmayan ve herhangi bir idari işlem veya eylemle doğrudan nedensellik bağı da bulunmayan, ancak terör ve terörle mücadele sırasında meydana gelen zararların da tazmini yolunu açan, bu anlamda idarenin kusursuz sorumluluk alanını genişleten bir yasadır. Bu Yasa idarenin kusursuz sorumluluk alanını genişletmekle birlikte, aynı zamanda terör ve terörle mücadele sırasında meydana gelen zararlardan sadece “maddi” olan kısmının sulh yoluyla tazminine ilişkin esas ve usulleri belirlemektedir. Yasa’da bu zararlardan “manevi” olan kısmın idareden talep edilemeyeceğine ilişkin bir hükme yer verilmediği gibi, 12. maddede “sulh yoluyla çözülemeyen uyuşmazlıklarda ilgililerin yargı yoluna başvurma hakları saklıdır” denilerek Anayasa’nın 125. maddesinin birinci fıkrasına paralel bir düzenlemeye yer verilmiştir. Bu nedenle itiraz konusu ibare, idarenin sorumluluk alanını daraltan veya idari işlem veya eylemlere karşı yargı yolunu kapatan bir hüküm içermemektedir...." gerekçelerine yer verilmiştir.

Anılan Anayasa Mahkemesi kararında da belirtildiği üzere, 5233 sayılı Kanun, idarenin terör olaylarına dayalı kusursuz sorumluluk alanını genişleten, oluşan zararların yargı yoluna başvurmadan sulh yoluyla ödenmesine öngören, bu yönüyle uyuşmazlığın sadece maddi zararlara ilişkin kısmının yargı dışı alternatif bir yöntemle giderilmesini sağlayan, ancak manevi zararların karşılanmasını da engellemeyen nitelikte bir Kanundur.

Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin 18888/02 nolu başvuruya konu 12/01/2006 günlü Aydın İçyer - Türkiye kararının 81. paragrafında, 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Kaynaklanan Zararların Karşılanması Hakkında Kanunla ilgili olarak “Tazminat kanununda yalnız maddi zararlar için tazminat talep etme olanağının bulunduğu doğru olsa da kanunun 12. maddesinin idari mahkemelerde manevi zarar için tazminat talep etme olanağı verdiği görülmektedir.” ifadesine yer verilmiştir.

Dolayısıyla, terör olayları nedeniyle meydana gelen ve sosyal risk ilkesi kapsamında bulunup 5233 sayılı Kanun uyarınca karşılanmayan ilgililerin ileri sürdükleri manevi zarara bağlı tazminat taleplerine ilişkin uyuşmazlıklarda, idare hukukunun tazminata ilişkin ilke ve kuralları çerçevesinde 2577 sayılı Kanunun öngördüğü usullere tabi olarak manevi tazminat ödenip ödenmeyeceğine ilişkin yargısal incelemenin yapılması gerekmektedir.

Bilindiği üzere 2577 sayılı Kanun'un 13. maddesinde İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gerektiği, bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren, dava süresi içinde dava açılabileceği öngörülmüştür.

Durum böyle olunca; terör olayı sonucu davacıların eşi/babasının ölümü üzerine uğranıldığı ileri sürülen manevi zararların tazmini istemiyle açılan davada, tazminat istemine konu olan terör olayının meydana geliş şekli ve davacıların sosyo ekonomik durumu dikkate alınarak manevi zararlarının tazmini gerekirken, 5233 sayılı Kanun kapsamında yalnızca maddi zararların tazmininin mümkün olduğu, olayda idarenin kusurlu ve kusursuz sorumluluk halinin bulunmadığı gerekçesiyle manevi tazminat talebinin reddedilmesinde hukuki isabet bulunmamaktadır.

Açıklanan nedenlerle, davacıların temyiz istemlerinin kısmen kabulü ile İstanbul 1. İdare Mahkemesi'nin 26/12/2014 tarih ve E:2014/1952; K:2014/2431 sayılı kararının reddedilen maddi tazminat miktarı üzerinden nispi vekalet ücretine hükmedilmesine ilişkin kısmı ile manevi tazminat isteminin reddine ilişkin kısımlarının BOZULMASINA, temyiz isteminin kısmen reddi ile anılan kararın maddi tazminat isteminin reddine ilişkin kısmının yukarıda belirtilen gerekçeyle ONANMASINA, bozulan kısımlar hakkında yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunun 18/06/2014 tarih ve 6545 sayılı Kanunla eklenen Geçici 8. maddesinin 1. fıkrası ve 54. maddesinin 1. fıkrası uyarınca bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren onbeş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 11/10/2017 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.


Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi İkinci Bölüm
Başvuru Numarası: 2014/3793
Karar Tarihi: 18.11.2017
Konu: Faaliyet kapsamında afiş asılması nedeniyle idari para cezası uygulanmasının Anayasa'nın 51. maddesinde güvence altına alınan sendika hakkını ihlal ettiğine ilişkin karar.

ÖZET: Başvuruculardan Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (EĞİTİM SEN) eğitim iş kolunda çalışanların ekonomik, sosyal, demokratik, kültürel haklarının korunması ve geliştirilmesi ile özgür ve demokratik bir çalışma yaşamının oluşturulması iddiasıyla çalışmalarını sürdüren bir sendikadır. Gerçek kişi başvurucular ise kamuda öğretmen olarak görev yapmakta olup EĞİTİM SEN Batman Şubesi üyesi ve yöneticisidirler.

EĞİTİM SEN Batman Şubesinin, Kurdi Der isimli dernek ve Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Batman İl Örgütü ile birlikte 2013-2014 eğitim ve öğretim yılı başında ana dilde eğitim çerçevesinde yaptığı etkinlikler sırasında Batman şehir merkezindeki çeşitli yerlerde bulunan ve bir şirketin işletiminde olan on beş ilan panosuna (bilboard) "ana dilde eğitim" temalı afişler asıldığı tespit edilmiştir. Bunun üzerine Batman Valiliğinin işlemiyle EĞİTİM SEN üyesi ve şube yöneticisi olan başvurucularla birlikte toplam sekiz kişiye ayrı ayrı 1.500 TL idari para cezası uygulanmıştır.

Başvurucular idari para cezalarına karşı (kapatılan) Batman 1. Sulh Ceza Mahkemesinde (Mahkeme) itiraz yoluna başvurmuşlardır. İtiraz dilekçelerinde, polis tarafından tek taraflı olarak düzenlenen tutanağa istinaden uygulanan idari para cezasının hukuka aykırı olduğu savunulmuştur. Başvurucular sadece afiş astıklarını, şahıs olarak sorumlu tutulmalarının mümkün olmadığını, sendikal faaliyet teşkil eden eylem tek olmasına rağmen sekiz kişiye ayrı ayrı ve alt sınırdan uzaklaşılarak idari para cezası tayin edilmesinin cezayı sendikaya yönelik bir baskı aracına dönüştürdüğünü ileri sürmüşlerdir.

İlan panolarını işleten Şirketin yetkilisi, söz konusu afişlerin BDP İl Yönetiminin bir üyesi ile akdedilen sözleşmeye istinaden asıldığını Mahkemeye beyan etmiştir.

Mahkeme, idari para cezalarına yapılan itirazları kesin olarak reddetmiştir. Mahkeme, afişlerde imzası bulunan BDP Batman İl Örgütü, Kurdi Der ve EĞİTİM SEN organizasyonunda afişlerin içeriğinde belirtildiği gibi yetkili makama herhangi bir bildirimde bulunulmadan kanuna aykırı yürüyüş gerçekleştirildiğini belirtmiş ve bu nedenle afişlerde imzaları bulunan kuruluşların yöneticilerine 5236 sayılı Kabahatler Kanunu'nun 42. maddesi ile 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'nun 27. maddesi uyarınca uygulanan idari para cezalarının hukuka uygun olduğu sonucuna ulaşmıştır.

KARAR: Sendika hakkı, sendika üyesinin sendikaya üye olması veya mensubu bulunduğu sendikanın faaliyetlerine katılması nedeniyle yaptırıma uğramamasını da güvence altına almaktadır. Bununla birlikte sendika hakkı mutlak olmayıp Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan ölçütlere uyulmak koşuluyla sınırlandırılabilir.

Anayasa Mahkemesi somut olayda sendika hakkına müdahalenin bulunduğu sonucuna varmış; bu müdahalede Anayasa’nın anılan maddesinde yer alan ölçütlerden “kanuna dayanma” ve “meşru amaç” ölçütleri yönünden sorun görmemiştir. Mahkeme değerlendirmesini “demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olma” ölçütü üzerinde yoğunlaştırmıştır. Buna göre:

Kamu otoritelerinin sendikal faaliyet kapsamında gerçekleştirilen görüş veya fikir açıklamalarına yaptırım uygulanmak suretiyle yapılan müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olduğunun makul gerekçelere dayanılarak gösterilmesi gerekir.

Somut olayda izinsiz afiş astıkları gerekçesiyle başvurucuların her birine 1.500 TL idari para cezası verilmiştir. Başvurucular tarafından icra edilen afiş asma fiilinin EĞİTİM SEN ve diğer bileşenler tarafından yürütülen ana dilde eğitime ilişkin etkinlikler kapsamında gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Afiş içeriklerinin suç teşkil ettiğine ilişkin olarak kamu makamlarının ne bir tespiti ne de bu yönde bir iddiası bulunmaktadır.

Anadilde eğitim temalı ve herhangi bir suç unsuru içermeyen afiş asılmasının bir düşünce açıklaması mahiyetinde olduğu hususunda kuşku bulunmamaktadır. Olayda afiş asma biçiminde tezahür eden fikir açıklaması, sendikal faaliyet çerçevesinde icra edildiğinden Anayasa'da düzenlenen sendika özgürlüğü ve ifade özgürlüğüne ilişkin güvencelerden yararlanır. Ancak afiş asma yoluyla düşünce açıklanmasının anayasal güvencelerden yararlanması, afiş asmanın bazı ön biçim koşullarına bağlanmasına engel teşkil etmez. Hakkın kullanımını imkânsız veya hakkın tanınmasını anlamsız hâle getirmedikçe afiş asmanın ön biçim koşullarına bağlanması sendika hakkının ihlaline yol açmaz.

Kanun koyucu, izin koşulu yerine getirilmeden afiş asılmasını idari para cezası yaptırımına tabi tutmuştur. Kanun’un gerekçesinde ise ceza, görüntü kirliliğinin önlenmesi amacına bağlanmıştır. Bunun gerekli bir tedbir olmadığı söylenemez. Ancak tek başına izin koşulunun ihlal edilmiş olması yaptırım uygulanmasının haklılaştırılması bakımından yeterli görülmeyebilir. Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarında da belirtildiği üzere kamu düzeninin bozulduğuna ilişkin ilgili ve yeterli bir gerekçe gösterilmeden yaptırım uygulanması hâlinde sendika özgürlüğünün ihlal edildiği sonucuna ulaşılabilir. Somut olayda idarenin ya da Mahkemenin, asılan afişlerin kamu düzenini bozduğuna veya bu nedenle kamu düzeninin bozulma tehlikesinin ortaya çıktığına ilişkin bir tespiti ve değerlendirmesi bulunmamaktadır.

Başvurucuların, afişlerin özel bir şirket tarafından işletilen ve BDP Batman il örgütünce kiralanan bilbordlara afiş asmanın izne tabi olmadığı yönündeki iddiaları hakkında Mahkeme tarafından değerlendirme de yapılmamıştır.

Dolayısıyla ilgili ve yeterli gerekçe ortaya konulmadan idari para cezası uygulanmak suretiyle sendika hakkına müdahale edilmesinin demokratik toplumda gerekli olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Dahası somut olayın koşullarında başvuruculara verilen idari para cezasının sendikal faaliyette bulunulması bakımından caydırıcı bir etki de doğurabilir.

Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi Anayasa’nın 51. maddesinde güvence altına alınan sendika hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.


BaroKart Blog'da bulunan Yüksek Mahkeme Kararları yargitay.gov.tr, danistay.gov.tr, anayasa.gov.tr resmi internet sitelerinden alınmıştır.

Nasıl TL Yüklenir?

BaroKart'ınıza TL Yükle sayfasından yükleme yapabilirsiniz.
TL yüklemek için tıklayınız.