img

 

img img
HAFTANIN YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

Yargıtay 12. Ceza Dairesi
2017/150 E. 2017/6231 K
K.Tarihi 14.09.2017

Yargıtay 12. Hukuk Dairesi
2016/20349 E. 2017/12239 K.
K.Tarihi 10.10.2017

Danıştay 15. Daire
2017/206 E. 2017/2499 K.
K.Tarihi 16.05.2017

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi
Başvuru Numarası:2016/9
Karar Tarihi:10.02.2016

Yargıtay 12. Ceza Dairesi
2017/150 E. 2017/6231 K.
K. Tarihi: 13.09.2017
Mahkeme : Asliye Ceza Mahkemesi
Konu : Verileri hukuka aykırı yayma suçu

ÖZET: Önceden arkadaş (sevgili) olan ve arkadaşlık süresinde birlikte çektirmiş oldukları fotoğrafların Facebook'da yayınlanması, arkadaşlığın sona ermesinden sonra bu fotoğrafların davacı tarafından sanıktan kaldırılması istenmesine rağmen kaldırmayıp yayınlanmasına devam edilmesi, mahkemenin fotoğrafları mağdurun özel yaşam alanına dair ve özel hayatının gizliliğini ihlal edecek nitelikte görüntüler olarak kabul etmemesi ancak mağdurun rızasına aykırı şekilde yayımlamaya devam etmesi biçiminde sübut etmesinden dolayı mahkumiyet kararı verilmesi ve bozma sonrası Mahkemenin direnme kararı vermesi üzerine katılan tarafından temyiz edilip, 6763 Sayılı Kanun'un 36. maddesiyle değişik CMK'nın 307. maddesinin 3. fıkrası uyarınca Yargıtay, Ceza Genel Kurulunca direnme hükmünün incelenmesi.

KARAR: Sanığın, TCK'nın 134/2. maddesinde tanımı yapılan özel hayatın gizliliğini ihlal suçundan dolayı “...Yapılan yargılama sonucu, sanığın savunması, katılanın beyanı, dosya içerisindeki belge ve tüm dosya kapsamından; bir süre arkadaşlık yapan sanığın katılanla beraber çekilmiş olduğu fotoğrafın facebook isimli internet sitesine yüklediği tarihin tam olarak tespit edilemediği, yani katılanla ayrıldıktan sonra rızası dışında yükleyip yüklemediğinin tam olarak tespit edilemediği, böylece şüpheden sanığın yararlanması ilkesi gereğince atılı suçtan beraati yönünde aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur...” biçimindeki gerekçeye dayalı olarak beraatine dair hükmün, katılan tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay 12. Ceza Dairesinin ilamı ile;

“...Sanığın ve katılanın bir süre arkadaş olduğu, daha sonra arkadaşlıklarının sona erdiği, sanığın katılan ile birlikteliği sırasında katılan ve sanığın yan yana çektirdikleri fotoğrafları kendi facebook sayfasına koyduğu, arkadaşlıkları sona erdikten sonra katılanın fotoğrafların kaldırılmasını sanıktan talep etmesine rağmen sanığın bahse konu fotoğrafları kaldırmadığı olayda"

Dosya kapsamından sanık ile katılanın ilişkilerini 2012 yılı eylül ayına kadar sürdürdükleri ve beraber oldukları dönemde çektirdikleri fotoğrafların, facebooka konulma tarihi tam olarak tespit edilemese de, tarafların beraber oldukları dönemde sanık tarafından kendisine ait facebook sayfasına konulduğu ve o dönem itibariyle katılanın buna itirazda bulunmadığı, katılanın beyanıyla, kendisinin eylül ayında sanıktan ayrılmak istediği, ancak sanığın birlikteliği devam ettirmek istediği, 2012 yılı ekim ayında katılanın, sanığın kendisini tehdit ettiği iddiasıyla, katılan hakkında suç duyurusunda bulunduğu, ancak daha sonra tehdit eylemiyle ilgili katılanın şikayetinden vazgeçtiği, daha sonra katılan tarafından 12/12/2012 tarihinde de, bahse konu fotoğrafların halen sanığın facebook sayfasında paylaşıldığı iddiasıyla şikayette bulunduğu ve iddianamede de belirtildiği üzere, şikayet tarihi itibariyle fotoğrafların sanığın facebook sayfasında bulunduğunun belirtildiği, sanığın savcılıkta verdiği ifadesinde de, 2012 yılının aralık ayı sonunda bahse konu fotoğrafları kaldırdığı dikkate alındığında, şikayet tarihinden önce katılanın sanığı tehdit suçu sebebiyle şikayet etmesi ve sanığın katılana gönderdiği mesaj bölümünde “o resimler de benim, ister koyarım face'me ister koymam kimseye de hesap vermem sen de bunu böyle bil.” şeklindeki mesajı da göz önünde bulundurularak,katılanın sanıktan eylül ayında ayrılmak istediğinin kabulü gerektiği ve bahse konu fotoğrafların katılanın rızasıyla sanığın kendi sayfasında paylaşılsa da, katılanın fotoğrafları kaldırması isteminde bulunduktan sonra katılanın rızasından bahsedilemeyeceği ve sanığın fotoğrafları kaldırması gerektiği halde kaldırmadığı, fotoğrafların facebook isimli internet sitesine konulma tarihinin bir önemi bulunmadığı, önemli olan hususun şikayet tarihi itibariyle katılanın rızasının devam edip etmediği ve fotoğrafların facebookta bulunup bulunmadığı anlaşılmakla, sanığın katılanla yan yana çekilen fotoğrafını facebookta yayınlaması eylemine uyan TCK'nın 134/2-1.cümle gereğince cezalandırılması gerektiği gözetilmeden, 'sanığın katılanla beraber çekilmiş olduğu fotoğrafın facebook isimli internet sitesine yüklediği tarihin tam olarak tespit edilemediği, yani katılanla ayrıldıktan sonra rızası dışında yükleyip yüklemediğinin tam olarak tespit edilemediği' gerekçesiyle oluşan ve dosya kapsamına uygun düşmeyen gerekçeyle beraat kararı verilmesi, kabul ve uygulamaya göre de; Hükmün esasını teşkil eden kısa kararda ve gerekçeli kararın hüküm kısmında, sanık hakkında beraat hükmü kurulurken, uygulanan kanun ve maddesinin gösterilmemesi suretiyle CMK'nın 232/6. maddesine aykırı hareket edilmesi...” nedenlerine dayalı olarak bozulduğu ve mahkemece önceki verilen kararda direnildiği belirtilerek 26.01.2016 tarihli beraat hükmünün kurulduğu anlaşılmaktadır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulunun kararına ve süreklilik kazanmış uygulamalarına göre, şeklen direnme kararı verilmiş olsa dahi;bozma kararı doğrultusunda işlem yapmak, bozma kararında tartışılması gerektiği belirtilen hususları tartışmak, bozma sonrasında yapılan araştırmaya, incelemeye, toplanan yeni delillere dayanmak, ilk kararda yer almayan ve daire denetiminden geçmemiş bulunan yeni ve değişik gerekçelerle hüküm kurmak suretiyle verilen karar; özde direnme niteliğinde olmayıp, bozmaya eylemli uyma sonucu verilen yeni bir hükümdür. Bu nitelikteki bir hükmün temyiz edilmesi halinde ise incelemenin Yargıtay'ın ilgili dairesi tarafından yapılması gerekir.

Dairemizin bozma ilamından sonra yerel mahkemece yapılan yargılama sonucunda önceki uygulama aynen benimsenmiş ise de;“...mahkememizce bozma üzerine yapılan inceleme ve değerlendirme neticesinde; bozmanın yerinde olmadığı, taraflar arasında özel hayata dair olduğu kabul edilecek resimleri ilişki sürecinde birlikte sanığın facebook hesabından paylaşıldığı ya da müştekinin buna açıkça rıza gösterdiği, ilişki bittiğinden itibaren sanıktan istendiği anda resimleri sayfadan çıkarılmamasının TCK 134/2 madde ve yönünden suçun unsurlarını oluşturmayacağı, ilgili madde de görüntülerin hukuka aykırı olarak ifşasından bahis edildiği, oysa ki olayda sanığın resimleri ifşaya başladığında herhangi bir hukuka aykırılıktan söz edilemeyeceği, yasada korunması amaçlanan şeyin kişilerin özel görüntü ya da seslerinin hukuka aykırı olarak ifşa edilmesinin önlenmesi olduğu, suça konu resimlerin başlangıçtan itibaren belirli aşamaya kadar hukuka uygun olarak ifşa edildiği, gelinen noktada resmin taraflarından birinin yani müştekinin rızasını çektiği anda eylemin suça dönüşmeyeceği, bu noktada sanığın sergilediği hareketsiz kalarak resimleri çıkarmamasının atılı suçun unsurlarını oluşturmayacağı kanaatiyle mahkememiz kararının yerinde olduğu değerlendirilerek aşağıdaki şekilde sanığın beraatine hükmolunmuştur...” biçimindeki yeni ve değişik gerekçelerle CMK'nın 223/2-a maddesi gereğince hüküm kurulmasından dolayı yerel mahkemenin son uygulaması direnme kararı olmayıp, yeni hüküm niteliğinde olduğundan, direnme kararının eylemli uyma olarak kabulüyle hükmü temyizen inceleme görevinin Dairemize ait olduğu belirlenerek yapılan incelemede:

Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, katılanın sair temyiz itirazlarının reddine, ancak; Sanığın, bir karede mağdurun kendisini yanağından öptüğü, diğerlerinde kendisine sarıldığı ve her ikisinin üzerlerinde günlük kıyafetleri bulunduğu halde yan yana poz vererek çektirdikleri fotoğraflarını, mağdurun bilgisi dahilinde facebook hesabında yayımladıktan sonra, söz konusu fotoğrafları, mağdurla ayrılmalarına ve mağdur tarafından kaldırılması istenilmesine rağmen yayımlamaya devam ettiği olayda; İddiaya konu sanıkla mağdur arasındaki ilişkinin varlığını ve boyutunu gösteren fotoğrafların, daha önce mağdurun rızasına uygun olarak facebook adlı sosyal paylaşım sitesinde yayımlanmış olması karşısında, bu fotoğraflar, mağdurun özel yaşam alanına dair ve özel hayatının gizliliğini ihlal edecek nitelikte görüntüler olarak kabul edilemeyeceğinden, sanığın, mağdura ait kişisel veri niteliğindeki fotoğrafları, mağdurun rızasına aykırı şekilde yayımlamaya devam etmesi biçiminde sübut bulan eyleminden dolayı TCK'nın 136/1. maddesindeki verileri hukuka aykırı olarak verme veya ele geçirme suçundan mahkumiyet kararı verilmesi gerektiği gözetilmeksizin, yasal ve yeterli olmayan yazılı gerekçelerle sanık hakkında CMK'nın 223/2-a maddesi gereğince beraat kararı verilmesi, Kanuna aykırı olup, katılanın temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükmün bu sebeple 5320 Sayılı Kanun'un 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 Sayılı CMUK'un 321. maddesi gereğince isteme aykırı olarak BOZULMASINA, 13.09.2017 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.


Yargıtay 12. Hukuk Dairesi
2016/20349 E. 2017/12239 K.
K. Tarihi: 02.05.2017
Mahkeme: İcra Hukuk Mahkemesi7
Konu: Alacaklının talep tarihinden sonra, borçlu mernis adresini değiştirirse sorumluluğun borçluya ait olması.

ÖZET: Borçlunun icra mahkemesine başvurusunda; tebligat yapılan adresin mernis adresi olmadığını ileri sürerek, 22.09.2015 tarihli ödeme emri tebligatının usulsüz olduğu iddiasıyla tebliğ tarihinin düzeltilmesini talep etmesi, mahkemece, şikayetçinin mernis adresini 24.08.2015 tarihinde değiştirdiği, tebligat yapılan adresin, tebliğ tarihinde şikayetçinin mernis adresi olmadığı gerekçesi ile şikayetin kabulüne karar verilmesi.

KARAR: Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkikinin alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden Daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü :

Borçlunun icra mahkemesine başvurusunda; tebligat yapılan adresin mernis adresi olmadığını ileri sürerek, 22.09.2015 tarihli ödeme emri tebligatının usulsüz olduğu iddiasıyla tebliğ tarihinin düzeltilmesini talep ettiği, mahkemece, şikayetçinin mernis adresini 24.08.2015 tarihinde değiştirdiği, tebligat yapılan adresin, tebliğ tarihinde şikayetçinin mernis adresi olmadığı gerekçesi ile şikayetin kabulüne karar verildiği anlaşılmıştır.

7201 sayılı Tebligat Kanunu'nun bilinen adrese tebligatı düzenleyen 10. maddesinin l.fıkrasına göre tebligat, muhatabın bilinen en son adresinde yapılır. 6099 sayılı Yasanın 3.maddesi ile eklenen aynı maddenin 2. fıkrasına göre ise, bilinen en son adresin tebligata elverişli olmadığının anlaşılması veya tebligat yapılamaması halinde, muhatabın adres kayıt sisteminde bulunan yerleşim yeri adresi, bilinen en son adresi olarak kabul edilir ve tebligat bu adrese yapılır.

Yine 7201 sayılı Tebligat Kanunu'nun tebliğ imkansızlığı ve tebellüğden imtina başlıklı 21. maddesine 6099 sayılı Yasanın 5. maddesi ile eklenen 2. fıkrasında; "Gösterilen adres muhatabın adres kayıt sistemindeki adresi olup, muhatap o adreste hiç oturmamış veya o adresten sürekli olarak ayrılmış olsa dahi, tebliğ memuru tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti azasından birine veyahut zabıta amir veya memurlarına imza karşılığında teslim eder ve tesellüm edenin adresini ihtiva eden ihbarnameyi gösterilen adresteki binanın kapısına yapıştırır. İhbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarih, tebliğ tarihi sayılır" hükmü yer almaktadır.

Öte yandan, 7201 sayılı Tebligat Kanunu'nun 23/8.maddesi uyarınca, tebligatın adres kayıt sistemindeki adrese yapılması durumunda, tebligatın Tebligat Kanunu'nun 21/2. maddesi uyarınca yapılacağı konusunda tebliğ evrakı üzerine şerh verilmesi zorunludur.

Somut olayda, borçlunun bilinen adresine yapılan 19.01.2015 tarihli tebligatın iade edilmesi üzerine, borçlunun adres kayıt sisteminde kayıtlı mernis adresi olan “.... Mah. ... ... Cad. ... ./...” adresine tebligat yapılmış ve bu tebligat 21.05.2015 tarihinde iade edilmiştir. Tebligatın iade edilmesi üzerine alacaklı vekilinin 28.07.2015 tarihinde icra müdürlüğünden borçlunun aynı adresine TK'nun 21.maddesine göre tebligat yapılmasını talep ettiği, bu talep üzerine, borçlunun mernis adresine, tebliği çıkaran mercice, TK'nun 21/2.maddesine göre usulüne uygun şerh verilmek suretiyle 22.09.2015 tarihinde tebligat yapıldığı görülmüştür.

... Nüfus Müdürlüğü'nün yazı cevabına göre, borçlunun, tebligatın yapıldığı mernis adresini, alacaklının talep tarihinden sonra 24.08.2015 tarihinde değiştirdiği anlaşılmıştır. Alacaklının, icra müdürlüğünden talepte bulunduğu 28.07.2015 tarihi itibariyle, borçlunun adres kayıt sisteminde kayıtlı adresine, TK'nun 21/2.maddesine göre tebligat çıkarılmasında usulsüzlük yoktur. Alacaklının talep tarihinden sonra, borçlunun mernis adresini değiştirmesinden doğacak sorumluluğun borçluya ait olacağının kabulü gerekir.

O halde mahkemece, şikayetin yukarıda açıklanan nedenlerle reddi gerekirken, yazılı gerekçe ile kabulü isabetsizdir.

Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK'nun 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 10/10/2017 gününde oy birliğiyle karar verildi.


Danıştay 15. Daire
2017/206 E. 2017/2499 K.
K. Tarihi: 16.05.2017
Mahkeme: İdare Mahkemesi
KONU: Park mahalli olmayan yere park edilen araçta oluşan zarar nedeniyle sigorta sahibince gecikmeli olarak yapılan bildirim sonrasında gerçekleştirilen incelemeler dahilinde oluştuğu iddia edilen zararın davalı idareye yükletilebilir nitelikte olup olmadığı.

ÖZET: Davacı sigorta şirketi tarafından, kasko sigortası hizmeti sunduğu üçüncü kişiye ait aracın park halinde bulunduğu sırada istinat duvarının çökmesi nedeniyle oluşan hasarda, davalı idarece gereken önlemlerin alınmadığından bahisle ortaya çıkan 33.979,00 TL zararın idareye başvuru tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte davalı idareden tazmini istemiyle açılmıştır. İdare Mahkemesi'nce; park mahalli olmayan yere park edilmiş olması ve sigorta sahibince gecikmeli olarak yapılan bildirim sonrasında gerçekleştirilen incelemeler dahilinde oluştuğu iddia edilen zararın davalı idareye yükletilebilir nitelikte olmadığı anlaşıldığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi, davacı tarafından mahkeme kararının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek temyizen incelenerek bozulması istenilmesi.

KARAR: Davacı sigorta şirketi tarafından, kasko sigortası hizmeti sunduğu üçüncü kişiye ait aracın park halinde bulunduğu sırada istinat duvarının çökmesi nedeniyle oluşan hasarda, davalı idarece gereken önlemlerin alınmadığından bahisle ortaya çıkan 33.979,00 TL zararın idareye başvuru tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte davalı idareden tazmini istemiyle açılmıştır. İdare Mahkemesi'nce; park mahalli olmayan yere park edilmiş olması ve sigorta sahibince gecikmeli olarak yapılan bildirim sonrasında gerçekleştirilen incelemeler dahilinde oluştuğu iddia edilen zararın davalı idareye yükletilebilir nitelikte olmadığı anlaşıldığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Davacı tarafından mahkeme kararının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir. Anayasanın 125. maddesinde, idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu hükme bağlanmıştır. 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun; Belediyenin yetkileri ve imtiyazları başlıklı 15/p maddesinde; kara, deniz, su ve demiryolu üzerinde işletilen her türlü servis ve toplu taşıma araçları ile taksi sayılarını, bilet ücret ve tarifelerini, zaman ve güzergâhlarını belirlemek; durak yerleri ile karayolu, yol, cadde, sokak, meydan ve benzeri yerler üzerinde araç park yerlerini tespit etmek ve işletmek, işlettirmek veya kiraya vermek; kanunların belediyelere verdiği trafik düzenlemesinin gerektirdiği bütün işleri yürütmek belediyenin yetkileri ve imtiyazları arasında sayılmıştır. 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun Karayolu Trafik Güvenliği Başlıklı 13. maddesinde; karayolunun yapım ve bakımı ile görevli ve sorumlu bütün kuruluşlar karayolu yapısını, trafik güvenliğini sağlayacak durumda bulundurmakla yükümlü oldukları hükme bağlanmıştır.

İdarenin kamu hizmetinin yürütülmesinden doğan zarardan sorumlu tutulmasını gerektiren kurumlardan biri hizmet kusuru olup, genel olarak hizmet kusuru bir kamu hizmetinin kuruluş ve işleyişinde aksaklık ve bozukluk olarak ifade edilmektedir. İdarenin hukuki sorumluluğunun bir sonucu olan tam yargı davalarındaki amaç, idarenin bir eylemi ya da işlemi nedeni ile uğranılan zararın giderilmesidir. Bu türden bir uyuşmazlık çözümlenirken kesin ve gerçek bir zarar oluşup oluşmadığı ve bu zararın idari hizmetin eksik ya da kusurlu işleminden kaynaklanıp kaynaklanmadığının tespit edilmesi gerekmektedir. Dava dosyasının incelenmesinden, söz konusu aracın park halindeyken bulunduğu yerdeki istinat duvarının çökmesi sonucunda anılan aracın hasara uğradığı; ekspertiz raporunda "istinat duvarının yıkılması sonucunda araçta 33.979,00 TL tutarında hasar oluştuğu" yönünde tespit yapılmasının yanı sıra Mahkeme'ce ilgili aracın park mahalli olmayan dar bir sokak içerinde istinat duvarı kenarına park edilmiş olduğu; ilgili kazanın, bu haliyle belediyenin yapım ve onarım sorumluluğunu gerektirecek yol mahalli üzerinde gerçekleşmediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş ise de, davacının beyanlarında kaza mahalinin kendi işyerinin önü olduğu, bu sokağa sık sık park ettiği ve sokakta park yasağı bulunmadığı belirtilmiştir. Dosya ve eklerinin incelemesinden kaza mahallinde "Park Yasağı" olup olmadığı tam olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Bunun yanı sıra davalı idarece olayın meydana geldiği yerde bulunan istinat duvarının kesitinin yetersiz olması, duvarın yapımının davalı idarenin sorumluluğunda olmadığı iddia edildiğinden, yol üzerinde bulunan bu duvarın bakım ve onarımının olayın meydana geldiği mahallenin belediye mücavir alan sınırları içerisine olması karşısında duvarın yapım ve onarımının kime ait olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. İdare Mahkemesince, yukarıda belirtilen durumlar dikkate alınarak ve gerekli inceleme yapılarak, kaza mahallindeki park yasağı olup olmadığı ve istinat duvarının kimin sorumluluğunda olduğunu belirledikten ve buna göre yeniden değerlendirme yapıldıktan sonra bir karar vermesi gerekirken, davalı idarenin sorumluluğu bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddi yolunda verilen kararda hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, İdare Mahkemesi'nin kararının BOZULMASINA, yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine, 2577 sayılı Kanunun 18.06.2014 gün ve 6545 sayılı Kanunla eklenen Geçici 8. maddesinin 1. fıkrası ve 54. maddesinin 1. fıkrası uyarınca bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren onbeş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 16/05/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi
Başvuru Numarası: 2016/9
Karar Tarihi: 10.02.2016
Konu: 12.1.2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 20. maddesinin (1) numaralı fıkrasının birinci cümlesinde yer alan".bu karar verildiği anda kesin ise bu tarihten." ibaresinin Anayasa'nın 36. maddesine aykırılığı ileri sürülerek iptaline karar verilmesi talebi,

ÖZET: Davacı tarafından banka ile imzalanan kredi sözleşmesi gereğince kredi tahsis edilen davalıdan kredi kullanım esnasında tahsil edilen ekspertiz ücretinin iadesi hakkında Tüketici Sorunları Hakem Heyeti Başkanlığı tarafından verilen kararın iptali ve icrasının durdurulmasına karar verilmesi talebiyle açılan davada, itiraz konusu kuralın Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına varan Mahkeme, iptali için başvurmuştur.

HMK’nın 20. maddesinin 1. fıkrasının birinci cümlesinde “bu karar verildiği anda kesin ise bu tarihten” ibaresine yer verilerek, kesin olarak verilen yetkisizlik kararlarında yetkili mahkemeye dosya gönderilmesi için öngörülen iki haftalık başvuru süresinin, kararın verildiği tarihten başlayacağı hüküm altına alınmıştır. Dolayısıyla Tüketici Mahkemesinin gerekçesi kanunun lafzına uygundur. Ancak kesin ve kamu düzenine ilişkin yetki dava şartları arasındadır. Mahkemece duruşma açılmasına, tarafların çağrılmasına lüzum görülmeksizin, dosya üzerinden, yoklukta yetkisizlik kararı verilebilmektedir. Karar yoklukta verildiği için, tarafların karar içeriğinden haberdar olmaları mümkün değildir. Yani Kanunun bahşettiği iki haftalık süre yokluklarında başlayacaktır ve sona erecektir. İlgililer karar içeriğinden ancak kararın tebliği ile birlikte haberdar olabilirler. 6502 sayılı Kanunun 70/5. maddesine göre THH kararlarına itiraz üzerine Tüketici Mahkemelerince verilen kararlar verildikleri anda kesindir. İptali istenen yasa kuralının uygulanmaya devam edilmesi halinde, ilgililerin yokluklarında kesin olarak verilen yetkisizlik kararlarında, ilgililerin tebliğ de olmadığı için, karar içeriğinden Haberleri olmayacak, iki haftalık süreyi kullanamayacaklardır. Davaları, açılmamış sayılma kararları ile sonuçlanacaktır. Tüketici Mahkemesince başvuru kararının verilme anında yapılmadığı için süresinde kabul edilmemiştir. Anılan mahkemenin kararı yukarıda da belirtildiği gibi kanunun lafzına uygundur. Ancak Anayasanın 36. maddesi ile güvence altına alınan hak arama özgürlüğüne aykırıdır. Anayasanın Hak Arama Hürriyeti başlıklı 36. maddesine göre herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. İlgililer için kanunun bahşettiği sürenin haberdar olmadıkları kararların verilme anından başlatılması Anayasanın bahşettiği bu hakkı da ortadan kaldıracaktır. Hem öğretide ve hem de geçmiş yargısal uygulamalarda, yoklukta verilen kararlarda, yetkili mahkemeye başvuru için sürenin kararın verildiği andan başlatılmasının adalete aykırı olacağı benimsenmiştir. Karar kesin olarak ve yoklukta veriliyorsa, sürenin tebliğ ile başlaması gerektiği benimsenmiştir. Zaten genel olarak süreleri düzenleyen HMK’nın 91. maddesinde, sürelerin taraflara tebliğ tarihinden veya kanunda öngörülen hallerde tefhim tarihinden itibaren işlemeye başlayacağı düzenlenmiştir. Yani süreler ya tebliğ ile yada yüze karşı tefhim ile başlayabilir. Yoklukta verilen bir karar ile ilgili sürenin kararın verildiği tarihten başlaması, HMK’nın 91. maddesi ile de büsbütün çelişki içerisindedir.

KARAR: Kanun'un itiraz konusu ibarenin de yer aldığı 20. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

"Görevsizlik veya yetkisizlik kararı verilmesi hâlinde, taraflardan birinin, bu karar verildiği anda kesin ise bu tarihten, süresi içinde kanun yoluna başvurulmayarak kesinleşmiş ise kararın kesinleştiği tarihten; kanun yoluna başvurulmuşsa bu başvurunun reddi kararının tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içinde kararı veren mahkemeye başvurarak, dava dosyasının görevli ya da yetkili mahkemeye gönderilmesini talep etmesi gerekir. Aksi takdirde, bu mahkemece davanın açılmamış sayılmasına karar verilir."

Başvuru kararında özetle, kesin ve kamu düzenine ilişkin yetkinin dava şartları arasında olduğu, bu nedenle mahkeme tarafından duruşma açılmasına ve tarafların çağrılmasına gerek görülmeksizin dosya üzerinden, tarafların yokluğunda yetkisizlik kararı verilebildiği, bu durumda karar yoklukta verildiği için tarafların karar içeriğinden haberdar olmalarının mümkün olmadığı, Kanun'un verdiği iki haftalık sürenin tarafların yokluğunda başlayıp sona ereceği, ilgililerin kararın içeriğinden ancak kararın tebliği ile haberdar olabileceği, ancak tarafların yokluklarında kesin olarak verilen yetkisizlik kararlarında ilgililere tebliğ olmadığı için karar içeriğinden haberleri olamayacağından iki haftalık sürenin kullanılamayacağı ve davanın açılmamış sayılmasına karar verileceği, taraflar için Kanun'un vermiş olduğu sürenin, haberdar olmadıkları kararın verilme anından başlatılmasının hak arama özgürlüğünü ortadan kaldırdığı, öğretide ve yargısal uygulamalarda da yoklukta verilen kararlarda, başvuru süresinin kararın verildiği andan başlatılmasının adalete aykırı olacağının benimsendiği, genel olarak süreleri düzenleyen Kanun'un 91. maddesinde, sürelerin taraflara tebliğ tarihinden veya kanunda öngörülen hallerde tefhim tarihinden itibaren işlemeye başlayacağının düzenlendiği, yoklukta verilen bir karar ile ilgili sürenin kararın verildiği tarihten başlamasının Kanun'un 91. maddesiyle de çeliştiği belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 36. maddesine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 43. maddesi uyarınca, kural Anayasa'nın 13. maddesi yönünden de incelenmiştir.

İtiraz konusu kuralın da yer aldığı (1) numaralı fıkrada, görevsizlik veya yetkisizlik kararı verilmesi hâlinde, taraflardan birinin, bu karar verildiği anda kesin ise bu tarihten, süresi içinde kanun yoluna başvurulmayarak kesinleşmiş ise kararın kesinleştiği tarihten; kanun yoluna başvurulmuşsa bu başvurunun reddi kararının tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içinde kararı veren mahkemeye başvurarak, dava dosyasının görevli ya da yetkili mahkemeye gönderilmesini talep etmesi gerekeceği, aksi takdirde, bu mahkemece davanın açılmamış sayılmasına karar verileceği hüküm altına alınmıştır. İtiraz konusu kural".bu karar verildiği anda kesin ise bu tarihten."ibaresidir.

Anayasa'nın 13. maddesinde,"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."denilmektedir.

Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, "Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir." hükmüne yer verilmiştir. Maddeyle güvence altına alınan hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının yanında, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir.

Demokratik toplumlarda temel hak ve özgürlükler yönünden serbestlik asıl, sınırlama ise istisnadır. Anayasalar temel hak ve özgürlüklerin hangi nedenlerle ve ne ölçüde sınırlandırılabileceğini belirlemektedir. Bu anlamda, Anayasa'nın 13. maddesinde temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasına ilişkin kurallara yer verilmiştir.

Öte yandan, Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihat hâlini alan kararlarında belirtildiği üzere, her temel hak ve özgürlüğün doğasından kaynaklanan sınırları da bulunmaktadır. Birlikte yaşamanın zorunlu sonucu olarak, hak ve özgürlüklerin başkalarının aynı hak ve özgürlüklerden faydalanmasını engelleyici, başkalarına zarar verici mahiyette kullanılmaması gerekir. Ayrıca, Anayasa'nın başka maddelerinde yer alan kuralların da temel hak ve hürriyetin bir diğer sınırını oluşturabilmesi mümkündür.

Anayasa'nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Maddede, hak arama özgürlüğü için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte, bunun hiçbir şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu söylenemez. Özel sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların da hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu kabul edilmektedir. Ayrıca hakkı düzenleyen maddede herhangi bir sınırlama nedenine yer verilmemiş olsa da, Anayasa'nın başka maddelerinde yer alan kurallara dayanarak bu hakların sınırlandırılması mümkün olabilir. Dava açma hakkının kapsamına ve kullanım koşullarına ilişkin bir kısım düzenlemelerin hak arama özgürlüğünün doğasından kaynaklanan sınırları ortaya koyan ve hakkın norm alanını belirleyen kurallar olduğu açıktır. Ancak, bu sınırlamalar Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan güvencelere aykırı olamaz.

Temel hak ve özgürlükler özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa'da öngörülen sebeplerle ve ancak kanunla sınırlanabilir. Dokunulamayacak "öz", her temel hak ve özgürlük açısından farklılık göstermekle birlikte kanunla getirilen sınırlamanın hakkın özüne dokunmadığının kabulü için temel hakların kullanılmasını ciddî surette güçleştirip, amacına ulaşmasına engel olmaması ve etkisini ortadan kaldırıcı bir nitelik taşımaması gerekir.

Temel hak ve özgürlüklerin özlerine dokunulmaksızın yapılan sınırlamalar yönünden ise bu sınırlamaların, demokratik toplum düzeninin gerekleri ile ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Bir başka deyişle, öze dokunan sınırlamalar, "demokratik toplum düzeninin gerekleri" ve "ölçülülük" ilkelerine evleviyetle aykırı olacağından, temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunan sınırlamalar yönünden "demokratik toplum düzeninin gerekleri" ve "ölçülülük" ilkeleri bakımından ayrıca inceleme yapılmasına gerek bulunmamaktadır.

Öze dokunma yasağını ihlal etmeyen müdahaleler yönünden gözetilmesi öngörülen "demokratik toplum düzeninin gerekleri" kavramı, öncelikle ilgili hak yönünden getirilen sınırlamaların zorunlu ya da istisnai tedbir niteliğinde olmalarını, başvurulabilecek en son çare ya da alınabilecek en son önlem olarak kendilerini göstermelerini gerektirmektedir. "Demokratik toplum düzeninin gerekleri"nden olma, bir sınırlamanın demokratik bir toplumda zorlayıcı bir toplumsal ihtiyacın karşılanması amacına yönelik ve ölçülü olmasını ifade etmektedir.

Anayasa'nın 13. maddesinde ifade edilen "ölçülülük ilkesi", temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin başvurularda dikkate alınması gereken bir diğer ilkedir. Demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkeleri, iki ayrı kriter olarak düzenlenmiş olmakla birlikte bu iki kriter arasında sıkı bir ilişki vardır. Temel hak ve özgürlüklere yönelik herhangi bir sınırlamanın, demokratik toplum düzeni için gerekli nitelikte, başka bir ifadeyle öngörülen kamu yararı amacını gerçekleştirmekle birlikte, temel haklara en az müdahaleye olanak veren ölçülü bir sınırlama niteliğinde olup olmadığının incelenmesi gerekir.

Ölçülülük, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanma amaçları ile sınırlama araçları arasındaki ilişkiyi yansıtır. Ölçülülük denetimi, ulaşılmak istenen amaçtan yola çıkılarak bu amaca ulaşılmak için seçilen aracın denetlenmesidir. Bu sebeple, kuralın hedeflenen amaca ulaşabilmek için elverişli, gerekli ve orantılı olup olmadığı değerlendirilmelidir.

Belirtilen nitelikleri gereği, Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan ve aralarında sıkı bir ilişki bulunan, "temel hak ve hürriyetlerin özü", "demokratik toplum düzeninin gerekleri" ve "ölçülülük ilkesi" kavramları, bir bütünün parçaları olup, "demokratik bir hukuk devleti"nin özgürlükler rejiminde gözetilmesi gereken temel ölçütleri oluşturmaktadır.

Demokratik toplum hak arama özgürlüğünün tüm bireyler açısından mümkün olan en geniş şekilde güvence altına alındığı bir düzeni gerektirir. Demokrasilerde devlete düşen görev, bireyin hak arama özgürlüğünü kullanabilme imkânına sahip olmasını sağlamak, özellikle de bu imkânı ortadan kaldırmaya yönelik tutumlardan kaçınmak ve bu yönde gelebilecek olumsuz müdahaleleri engellemektir. Hak arama özgürlüğüne demokratik toplum düzeni yönünden zorunlu olmadıkça Devletin müdahale etmemesi gerekir. Bu hak meşru amaçlarla sınırlandırılabilir ise de bu sınırlama kişilerin bu hakkını yok edecek veya kullanılamaz hale getirecek şekilde yapılmamalıdır.

Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri mahkemeye erişim hakkıdır. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini savunabilmesi ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesi ve zararını giderebilmesinin en etkili yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir. Mahkemeye erişim hakkı, bireylerin iddia ve savunmalarını bir yargı mercii önünde ileri sürebilmelerine imkân sağlayan ve adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak kabul edilen bir haktır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne göre, ulusal yasalarda mahkemeye erişim hakkının sağlanma derecesi, demokratik bir toplumdaki hukuk devleti ilkesi çerçevesinde, kişilerin mahkemeye erişim hakkını güvence altına almaya yetecek ölçüde olmalıdır. Mahkemeye erişim hakkı mutlak olmayıp bazı sınırlamalara tâbi olabilir. Bununla birlikte uygulanan sınırlamalar, mahkemeye erişim hakkının özünü zedeleyecek ölçüde veya şekilde olmamalıdır (Ashingdane/Birleşik Krallık, B.No:8225/78, 28.5.1985, § 57). Ayrıca mahkemeye erişim hakkının etkili olabilmesi, haklarına müdahale teşkil eden bir eyleme karşı koymak için kişinin açık ve pratik bir imkâna sahip olmasını gerektirir (Bellet/Fransa, B.No:23805/94, 4.12.1995, § 36).

İtiraz konusu kural ile taraflardan birinin, verildiği anda kesin olan görevsizlik veya yetkisizlik kararlarında bu tarihten itibaren iki hafta içinde kararı veren mahkemeye başvurabileceği öngörülmektedir.

İtiraz konusu ibareyle getirilen düzenleme incelendiğinde, düzenlemenin adil yargılanma hakkının bir unsuru olan "mahkemeye erişim hakkı"na ve dolayısıyla da adil yargılanma hakkına yönelik bir müdahale olduğu açıktır. Kuralla, verildiği anda kesin olan görevsizlik veya yetkisizlik kararlarında tebliğ veya tefhime gerek olmaksızın sürenin bu kararların verildiği tarihten itibaren başlayacağı öngörülmektedir. Bu süre içinde başvurulmadığı takdirde ise görevsizlik ve yetkisizlik kararı veren mahkeme davanın açılmamış sayılmasına karar verecektir. Kuralın yer aldığı maddenin gerekçesinde, görevsizlik veya yetkisizlik kararlarının kanun yoluna tâbi olmadığı için kesin olması halinde sürenin bu tarihten başlayacağı ifade edilmektedir. Kanun koyucunun, kuralla, miktar veya değeri Kanun'da belirlenen sınırı geçmeyen malvarlığı davalarında verilen görevsizlik veya yetkisizlik kararlarında, tarafların dava dosyasının görevli veya yetkili mahkemeye gönderilmesini talep için Kanun'da öngörülen sürenin kararın verildiği tarihten itibaren başlatılması suretiyle, dolaylı şekilde yargılamanın hızlandırılması ve mahkemelerin iş yükünün azaltılmasını sağlamayı amaçladığı anlaşılmaktadır. Bu durumda getirilen düzenleme ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin bulunup bulunmadığına bakılmalıdır.

Ölçülülük ilkesi gereğince, getirilen düzenleme ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin bulunması gerekmektedir. Orantılılık olarak da ifade edilen ölçülülüğün bu alt ilkesi, amaca ulaşmak için gerekli olan önlemin alınmasına imkân tanımakta, ancak amaca ulaşmak için gerekli olmayan önlemlere başvurulmasına ve ilgili hakkın ölçüsüz bir şekilde sınırlanmasına müsaade etmemektedir. Demokratik bir toplumda, temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olmaması gerekir. Orantılılık ilkesi, meşru bir amaca ulaşmak için gerekli olan sınırlayıcı araçlardan daha hafif olanı tercih edilebilecekken daha ağır olanına başvurulmasına izin vermez.

Sürelerin başlamasını düzenleyen Kanun'un 91. maddesinde, sürelerin, taraflara tebliğ tarihinden veya kanunda öngörülen hâllerde, tefhim tarihinden itibaren işlemeye başlayacağı öngörülmektedir. Bu bağlamda mahkeme tarafından verilen bir kararın davanın taraflarınca öğrenilebilmesi ancak tebliğ veya tefhim yoluyla mümkün olabilmektedir. İtiraz konusu kural ise bu genel kuraldan ayrılmakta ve verildiği anda kesin olan görevsizlik veya yetkisizlik kararlarında, kararın tebliğ veya tefhimi koşulunu aramamakta ve sürenin kararın verildiği tarihten itibaren başlayacağını öngörmektedir.

Hukuk yargılamasında bir davanın genel mahkemelerde ya da özel mahkemelerde görüleceği hakkında kurallar görev kuralları olup, Kanun'un 1. maddesi gereğince kamu düzenine ilişkin olarak kabul edilmekte ve bir mahkemenin görevsizliğine ilişkin kararlar davanın her aşamasında mahkemece resen ya da taraflardan birinin itirazı üzerine verilebilmektedir. Davanın hangi yer mahkemesinde görüleceği hakkında kurallar ise yetki kuralları olup, kanunda uyuşmazlığın sadece o yer mahkemelerinde görüleceğinin belirtildiği kesin yetki kurallarının varlığı halinde de davanın her aşamasında mahkemece resen ya da taraflardan birinin itirazı üzerine yetkisizlik kararı verilebilmektedir. Bu kararlar, duruşmada taraflardan birinin ya da her iki tarafın yokluğunda verilebileceği gibi mahkeme tarafından Kanun'un 320. maddesi gereğince taraflar duruşmaya davet edilmeden dosya üzerinden de verilebilmektedir. Bu şekilde verilen görevsizlik veya yetkisizlik kararlarının itiraz konusu kural gereğince tebliğ veya tefhim edilmesi aranmadığından, tarafların verilen kararları öğrenme imkânı son derece sınırlı olmaktadır.

Bu hallerde verilen kararı öğrenme imkânı olmayan tarafın, dava dosyasının görevli veya yetkili mahkemeye gönderilmesini talep etme imkânı da bulunmayacaktır. Bu durumda ise davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi nedeniyle tarafların, dosya kendisine gönderilen mahkemede görülecek davanın, ilk davanın devamı sayılma hakkından yararlanamayacağından usul hukuku anlamında hak kayıpları yaşayacağı kuşkusuzdur. Zira davacı davasını yeniden harç ödemek suretiyle tekrar açmak zorunda kalacak, görevsiz veya yetkisiz mahkemede dava açılması ile kazanılmış olan zamanaşımının kesilmesi, hak düşürücü sürenin korunması gibi haklar ile bu mahkemeler tarafından verilen ihtiyati tedbir ve ihtiyati hacizler ortadan kalkacaktır. Bu bağlamda tarafların henüz varlığından haberdar olmadığı bir kararın verildiği tarihten itibaren iki haftalık süre içinde başvurmadığından bahisle verilecek olan davanın açılmamış sayılmasına ilişkin karar, ortaya çıkardığı hukuki sonuçlar itibarıyla hak arama özgürlüğünü amacını aşacak şekilde sınırlandırmaktadır.

Ayrıca, dava dosyasının görevli veya yetkili mahkemeye gönderilmesinin talep edilebilmesi için kararın verildiği tarih esas alınarak tebliğ veya tefhim öngörmeyen kuralın, mahkemeye ulaşmada açık ve pratik bir imkân sunduğu da söylenemez. Dolayısıyla kuralla mahkemeye erişim hakkına getirilen sınırlama, hak arama özgürlüğüne ilişkin hakkın Anayasa'da ifade edilen sınırlarını aşmakta ve bu hakkın kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştırmaktadır. Kuralla bireylerin mahkemeye erişim hakkına getirilen sınırlama demokratik toplum düzeninde gerekli olmayan ölçüsüz bir sınırlama niteliğinde olduğundan Anayasa'ya aykırıdır.

Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa'nın 13. ve 36. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.

Anayasa'nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasında, "Kanun, kanun hükmünde kararname ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların hükümleri, iptal kararlarının Resmî Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar. Gereken hallerde Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi ayrıca kararlaştırabilir. Bu tarih, kararın Resmî Gazetede yayımlandığı günden başlayarak bir yılı geçemez." denilmekte, 6216 sayılı Kanun'un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrasında da bu kural tekrarlanmaktadır.

12.1.2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 20. maddesinin (1) numaralı fıkrasının birinci cümlesinde yer alan ".bu karar verildiği anda kesin ise bu tarihten."ibaresinin iptal edilmesi nedeniyle doğacak hukuksal boşluk kamu yararını ihlal edecek nitelikte görüldüğünden, Anayasa'nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasıyla 6216 sayılı Kanun'un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrası gereğince bu ibareye ilişkin iptal hükmünün, kararın Resmî Gazete'de yayımlanmasından başlayarak dokuz ay sonra yürürlüğe girmesi uygun görülmüştür.

12.1.2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 20. maddesinin (1) numaralı fıkrasının birinci cümlesinde yer alan ".bu karar verildiği anda kesin ise bu tarihten." ibaresinin Anayasa'ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE, iptal hükmünün, Anayasa'nın 153. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrası gereğince, KARARIN RESMÎ GAZETE'DE YAYIMLANMASINDAN BAŞLAYARAK DOKUZ AY SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİNE, 10.2.2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.


BaroKart Blog'da bulunan Yüksek Mahkeme Kararları yargitay.gov.tr, danistay.gov.tr, anayasa.gov.tr resmi internet sitelerinden alınmıştır.

Nasıl TL Yüklenir?

BaroKart'ınıza TL Yükle sayfasından yükleme yapabilirsiniz.
TL yüklemek için tıklayınız.