img

 

img img
HAFTANIN YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi
2016/2518 E. 2017/4773 K.
K.Tarihi 11.10.2016

Yargıtay 18. Ceza Dairesi
2017/984 E. 2017/3007 K.
K.Tarihi 20.03.2017

Danıştay 15. Daire
2017/1697 E. 2017/5953 K.
K.Tarihi 20.03.2017

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi
Başvuru Numarası:2017/112
Karar Tarihi:14.06.2017

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi
2016/2518 E. 2017/4773 K.
K. Tarihi: 27.09.2017
Mahkeme : Asliye Ticaret Mahkemesi
Konu : Hava yolu ile yolcu taşıma ilişkisinden kaynaklanan bagaj kaybolması nedeni ile tazminat davasında görevli mahkemenin Tüketici Mahkemesi olması - Davacının ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket etmesi nedeniyle tüketici, dava konusu taşıma işleminin de tüketici işlemi sayılması - davaya bakma hususunda Tüketici Mahkemelerinin görevli olması

ÖZET: Davacının eşi ve 2 küçük çocuğuyla birlikte Frankfurt seferini yapan uçakla saat 22.30 civarında Atatürk Havalimanı'na iniş yaptığı, valizlerini aldığı ancak çocuk pusetini ilgili bölümde uzunca süre beklemesine rağmen teslim alamadığı, personelin kaba ve ilgisiz tavırlarıyla karşılaştığı, uzun bir süre havalimanında beklemek zorunda kaldıkları, bu süreçte yorulan çocukların düşerek yaralandığı, saatlerce puset hakkında bilgi alamadıkları ve bekletildikleri, en sonunda pusetin uçağa hiç konulmadığı bilgisinin verildiği, davalının taşıma hizmetini gereği gibi vermediği ve davacının ailesi ile birlikte mağdur edildiği ileri sürerek 20.000,00 TL manevi tazminatın 08.12.2013 tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte tahsilini talep ve dava etmesi, davanın Tüketici Mahkemesi'nde görülmesi gerekirken Asliye Ticaret Mahkemesi'nde görülmesi.

KARAR: Tüketici işlemleri ile tüketiciye yönelik uygulamalardan doğabilecek uyuşmazlıklara ilişkin davalarda tüketici mahkemelerinin görevli olduğu belirtilmiş, taraflardan birini tüketicinin oluşturduğu işlemler ile ilgili diğer kanunlarda düzenleme olmasının, bu işlemin tüketici işlemi sayılması gerektiği belirtilmiş. Görev hususunun kamu düzenine ilişkin olduğu, mahkemece yargılamanın her aşamasında resen gözetilmesi gerekir. Davacının ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket etmesi nedeniyle tüketici, dava konusu taşıma işleminin de tüketici işlemi sayıldığı, davaya bakma hususunda tüketici mahkemelerinin görevli olduğu hususu gözetilerek görevsizlik nedeniyle dava dilekçesinin usulden reddine karar verilmesi gerekir.

Taraflar arasında görülen davada Asliye Ticaret Mahkemesi’nce verilen kararın Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Davacı vekili; müvekkilinin diş hekimi olup eşi ve 2 küçük çocuğu ile birlikte davalının Frankfurt-... seferini yapan uçağıyla saat 22.30 civarında Atatürk Havalimanı'na iniş yapıldığını, valizlerini aldığını ancak çocuk pusetini ilgili bölümde uzunca süre beklemesine rağmen teslim alamadığını, personelin kaba ve ilgisiz tavırlarıyla karşılaştığını, uzun bir süre havalimanında beklemek zorunda kaldıklarını, bu süreçte yorulan çocukların düşerek yaralandığını, saatlerce puset hakkında bilgi alamadıklarını ve bekletildiklerini, en sonunda pusetin uçağa hiç konulmadığı bilgisinin verildiğini, davalının taşıma hizmetini gereği gibi vermediğini ve müvekkilinin ailesi ile birlikte mağdur edildiğini ileri sürerek 20.000,00 TL manevi tazminatın 08.12.2013 tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili; bebek arabasının 11.12.2013 tarihinde teslim edildiğini, bagaj teslimi sırasında yaşanan aksaklıktan dolayısıyla yardımcı olunmaya çalışıldığını, ancak davacının agresif tutumuyla karşılaşıldığını, bagajın teslim edilememesinin manevi tazminat gerektirmediğini savunarak davanın reddini istemiştir.

Mahkemece iddia, savunma, tanık beyanları ve tüm dosya kapsamına göre; davacının eşi ve çocuklarıyla havalimanına indikten sonra valizlerini aldığı ancak uzun bir süre bebek pusetini bekledikleri, kendilerine açıklama yapılmaması nedeniyle saatlerce havalimanında pusetin teslim edilmesini beklediği, daha sonra anlaşıldığı üzere pusetin hiç uçağa alınmamış olduğu bilgisinin verildiği, bu bilginin daha önce verilseydi davacı ve ailesinin beş saat kadar beklemek zorunda kalmayacağı, davacının uzun bekleyiş sonucu yaşama keyfinin ve sevincinin azalmasına neden olunduğu, bunun sonucu da manevi yönden acı çektiği ve davacının talebinde haklı olduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile 6.000,00 TL manevi tazminatın 08.12.2013 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan alınıp davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin istemin reddine karar verilmiştir. Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir.Dava havayolu ile yolcu taşıma ilişkisinden kaynaklanan manevi tazminat istemine ilişkindir.

28.05.2014 tarihi itibariyle yürürlüğe giren 6502 sayılı Yasa'nın 3/k maddesinde "Ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket eden gerçek veya tüzel kişi" tüketici, 3/ı maddesinde ise "Mal veya hizmet piyasalarında kamu tüzel kişileri de dâhil olmak üzere ticari veya mesleki amaçlarla hareket eden veya onun adına ya da hesabına hareket eden gerçek veya tüzel kişiler ile tüketiciler arasında kurulan, eser, taşıma, simsarlık, sigorta, vekâlet, bankacılık ve benzeri sözleşmeler de dâhil olmak üzere her türlü sözleşme ve hukuki işlem" tüketici işlemi olarak tanımlanmıştır. Aynı Yasa'nın 73/1. maddesinde tüketici işlemleri ile tüketiciye yönelik uygulamalardan doğabilecek uyuşmazlıklara ilişkin davalarda tüketici mahkemelerinin görevli olduğu belirtilmiş, 83/2. maddesinde ise taraflardan birini tüketicinin oluşturduğu işlemler ile ilgili diğer kanunlarda düzenleme olmasının, bu işlemin tüketici işlemi sayılmasını ve 6502 sayılı Yasa'nın görev ve yetkiye ilişkin hükümlerinin uygulanmasının engelleyemeyeceğine değinilmiştir. HMK'nın 1. maddesinde ise görev hususunun kamu düzenine ilişkin olduğu, mahkemece yargılamanın her aşamasında resen gözetileceği düzenlenmiştir.

Somut olayda; davanın açıldığı 24.11.2014 tarihi itibariyle 6502 sayılı Yasa'nın yürürlüğe girdiği, davacının ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket etmesi nedeniyle tüketici, dava konusu taşıma işleminin de tüketici işlemi sayıldığı, yukarıda belirtilen yasa hükümleri uyarınca davaya bakma hususunda tüketici mahkemelerinin görevli olduğu hususu gözetilerek görevsizlik nedeniyle dava dilekçesinin usulden reddine karar verilmesi gerekirken işin esasının incelenip yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamış, bozmayı gerektirmiştir.

Bozma sebep ve şekline göre davalı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına karar vermek gerekmiştir.

Yukarıda açıklanan nedenler kararın BOZULMASINA, ve davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, ödediği peşin temyiz harcının isteği halinde temyiz eden davalıya iadesine, 27/09/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


Yargıtay 18. Ceza Dairesi
2017/984 E. 2017/3007 K.
K. Tarihi: 20.03.2017
Mahkeme: Ağır Ceza Mahkemesi
Konu: Hakaret suçundan sanık hakkında son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına dair Ağır Ceza Mahkemesinin kararının, Adalet Bakanlığı tarafından kanun yararına bozulmasının istenilmesi.

ÖZET: Kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret ettiği gerekçesiyle düzenlenen iddianame sonrasında Ağır Ceza Mahkemesi'nce, sözlerin eleştiri niteliğinde hatta bir adım daha ötesi rahatsız edici olduğu, ancak TCK'nın 125.maddesi kapsamında hakaret içermediği, beyanların savunma hakkı ve avukatlık görevi kapsamında değerlendirilmesi gerektiği gerekçesiyle son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına karar verilmiştir.

Sanık tarafından söylenen sözler ve tüm dosya kapsamı değerlendirildiğinde, dosya dahilinde sanık hakkında son soruşturmanın açılması kararı verilebilecek nitelikte, yeterli delillerin bulunduğu anlaşılmakla, mercii tarafından verilen sanık hakkında son soruşturmanın açılmaması şeklindeki kararın hukuka aykırı bulunması.

KARAR: Hakaret suçundan sanık ... hakkında son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına dair Ağır Ceza Mahkemesinin kararının, Adalet Bakanlığı tarafından kanun yararına bozulmasının istenilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının, istem yazısıyla Dairemize gönderilen dava dosyası incelendi.

İstem yazısında; “ Dosya kapsamına göre, İstanbul Barosunda kayıtlı avukat olan sanığın, Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen kamu davası esnasında, sanık müdafii sıfatıyla hakimin reddini talep eden 28/04/2014 tarihli dilekçesinde, “...Müdahil vekili Avukat ...ve hakim, kundaklanmış iş makinelerinin, ... Metal'e ait olduğu ve müdahil ... tarafından yakıldığının ispat edebilecek en küçük delilin dosyaya girmemesi için olağanüstü bir çaba içindedir ... hakim bugüne kadar sanıkların lehine olan delilleri toplamakta ve tanıkları dinlemekten kasıtlı olarak itina etmiştir... sanıkların masumiyetini ispat edebilecek delillerin ve tanık beyanlarının bozma nedeni olabileceği endişesiyle dosyaya girmesine engel olan hakim aynı zamanda avukat ...'un manipüle ettiği delillerdeki çelişkileri görmezlikten gelmektedir... içeri girdiğinde hakim son derece nazik bir uslupla bendeki duruşma tutanağını geri istedi. Duruşma bitmiş olmasına rağmen salonda bekleyen avukat ...'un talebi ile değiştirilmiş, asıl duruşma tutanağını imha edip yerine zaten bilgisayar ekranında hazır olan yeni duruşma tutanağını yazdırdı..." şeklinde beyanlarda bulunduğu, yine 12/05/2014 tarihli dilekçesinde "...adil ve tarafsız olduğunu iddia eden hakimin, hem kundaklanmış iş makinelerinin kime ait olduğunu hemde kim tarafından kundaklandığını ispat etmemize engel olmaktadır. Bu mudur adil ve tarafsız olmak", "hakim ... kundaklanmış iş makinelerinin sanıklara ait olduğunu ve ... tarafından kundaklandığının ispat edilmesinden endişe etmektedir...derdest dava yakarak mala zarar verme isnadı ile açılmış olmasına rağmen Asliye Ceza Mahkemesi hakimi kundaklanmış iş makinelerinin sanıklara ait olduğunu ve müdahil tarafından yakıldığını ispat etmemize engel olmaktadır..." şeklinde iddia ve savunma sınırını aşan ifadelere yer verdiği, mevcut delillerin son soruşturmanın açılması için yeterli olduğu, delillerin takdir ve değerlendirilmesinin de son soruşturma aşamasında davayı görecek olan mahkemesine ait bulunduğu gözetilmeden, yazılı şekilde karar verilmesinde isabet görülmemiştir.” denilmektedir.

1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 58/1. maddesinde; “Avukatların avukatlık veya Türkiye Barolar Birliği ya da baroların organlarındaki görevlerinden doğan veya görev sırasında işledikleri suçlardan dolayı haklarında soruşturma, Adalet Bakanlığının vereceği izin üzerine, suçun işlendiği yer Cumhuriyet Savcısı tarafından yapılır.” Aynı Kanun’un 59. maddesinde ise; “58 inci maddeye göre yapılan soruşturmaya ait dosya Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğüne tevdi olunur. İnceleme sonunda kovuşturma yapılması gerekli görüldüğü takdirde dosya, suçun işlendiği yer ağır ceza mahkemesine en yakın bulunan ağır ceza mahkemesi Cumhuriyet Savcılığına gönderilir. Cumhuriyet Savcısı beş gün içinde, iddianamesini düzenliyerek dosyayı son soruşturmanın açılmasına veya açılmasına yer olmadığına karar verilmek üzere ağır ceza mahkemesine verir….Haklarında son soruşturmanın açılmasına karar verilen avukatların duruşmaları, suçun işlendiği yer ağır ceza mahkemesinde yapılır...” hükümleri yer almaktadır.

Yukarıda yer verilen kanun hükümlerinden de anlaşılacağı üzere, kanun koyucu avukatların görevlerinden doğan veya görev sırasında işledikleri suçlardan dolayı yapılacak soruşturmalarda genel usulden farklı olarak özel düzenlemeler getirmiştir. Buna göre kovuşturma izni üzerine düzenlenen iddianameyi inceleyen Ağır Ceza Mahkemesi, dosyadaki delilleri değerlendirerek son soruşturmanın açılmasına veya açılmasına yer olmadığına karar verecektir. Bu düzenleme isnad edilen suçla ilgili yargılama yapılmasını gerektirir nitelikte delil bulunup bulunmadığının belirlenmesi hususunda mahkemenin takdir yetkisinin olduğunu göstermektedir.

İnceleme konusu somut olayda; İstanbul Barosunda kayıtlı avukat olan sanığın, Asliye Ceza Mahkemesinin 2012/35 esasına kayden görülen kamu davası esnasında, sanık müdafii sıfatıyla hakimin reddini talep eden 28/04/2014 tarihli dilekçesinde, “...Müdahil vekili Avukat ... ve hakim, kundaklanmış iş makinelerinin, ... Metale ait olduğu ve müdahil ... tarafından yakıldığının ispat edebilecek en küçük delilin dosyaya girmemesi için olağanüstü bir çaba içindedir... hakim bugüne kadar sanıkların lehine olan delilleri toplamakta ve tanıkları dinlemekten kasıtlı olarak itina etmiştir... sanıkların masumiyetini ispat edebilecek delillerin ve tanık beyanlarının bozma nedeni olabileceği endişesiyle dosyaya girmesine engel olan hakim aynı zamanda avukat ...'un manipüle ettiği delillerdeki çelişkileri görmezlikten gelmektedir... içeri girdiğinde hakim son derece nazik bir uslupla bendeki duruşma tutanağını geri istedi. Duruşma bitmiş olmasına rağmen salonda bekleyen avukat ...'un talebi ile değiştirilmiş, asıl duruşma tutanağını imha edip yerine zaten bilgisayar ekranında hazır olan yeni duruşma tutanağını yazdırdı..." şeklinde beyanlarda bulunduğu, yine 12/05/2014 tarihli dilekçesinde "...adil ve tarafsız olduğunu iddia eden hakimin, hem kundaklanmış iş makinelerinin kime ait olduğunu hemde kim tarafından kundaklandığını ispat etmemize engel olmaktadır. Bu mudur adil ve tarafsız olmak", "hakim ... kundaklanmış iş makinelerinin sanıklara ait olduğunu ve ... tarafından kundaklandığının ispat edilmesinden endişe etmektedir...derdest dava yakarak mala zarar verme isnadı ile açılmış olmasına rağmen Asliye Ceza Mahkemesi hakimi kundaklanmış iş makinelerinin sanıklara ait olduğunu ve müdahil tarafından yakıldığını ispat etmemize engel olmaktadır..." şeklindeki sözleri nedeniyle, kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret ettiği gerekçesiyle düzenlenen iddianame sonrasında Ağır Ceza Mahkemesince, sözlerin eleştiri niteliğinde hatta bir adım daha ötesi rahatsız edici olduğu, ancak TCK'nın 125.maddesi kapsamında hakaret içermediği, beyanların savunma hakkı ve avukatlık görevi kapsamında değerlendirilmesi gerektiği gerekçesiyle son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına karar verilmiştir.

Sanık tarafından söylenen sözler ve tüm dosya kapsamı değerlendirildiğinde, dosya dahilinde sanık hakkında son soruşturmanın açılması kararı verilebilecek nitelikte, yeterli delillerin bulunduğu anlaşılmakla, mercii tarafından verilen sanık hakkında son soruşturmanın açılmaması şeklindeki karar hukuka aykırı bulunmuştur.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, Kanun yararına bozma isteği doğrultusunda düzenlediği tebliğnamedeki düşünce yerinde görüldüğünden, Hakaret suçundan sanık ... hakkında, Ağır Ceza Mahkemesi kararının, CMK’nın 309/4-b maddesi uyarınca BOZULMASINA, CMK'nın 309/4-a maddesi gereğince, sonraki işlemlerin mahallinde tamamlanmasına, 20.03.3017 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.


Danıştay 15. Daire
2017/1697 E. 2017/5953 K.
K. Tarihi: 20.03.2017
Mahkeme: İdare Mahkemesi
KONU: Danıştay Onbeşinci Dairesi'nin kararının, hukuka uygun olmadığı ileri sürülerek 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 54. maddesi uyarınca düzeltilmesi istenilmesi

ÖZET: İdare Mahkemesi'nce; Adli Tıp Kurumu raporunda; yapılması gereken tetkiklerin yapılmamış olması ve icapçı uzmana danışılmamış olmasının tıbbi yönden eksiklik olması nedeniyle doktorun tali kusurlu bulunmasının yanında, müteveffanın da zamanında kontrole gitmeyerek olayda kusurlu davrandığı ve ertesi gün vefat ettiği gözönünde bulundurulduğunda, olayın oluşumu ve meydana geliş şekline göre tedavi süreci bütün olarak değerlendirildiğinde, davacının davranışının meydana gelen zararla idarenin faaliyeti arasındaki illiyet bağını kesecek ağırlıkta görülmediğinden, davalı idarenin hizmet kusurunun bulunduğu sonucuna varılarak, alınan hesap bilirkişisi raporu ile tespit edilen maddi tazminat miktarları uyarınca sunulan miktar artırım dilekçesi de dikkate alınarak davacıların maddi tazminat isteminin kısmen kabulüne, maddi tazminatın idareye başvurma tarihi olan 29/01/2008 tarihinden itibaren hesaplanacak yasal faiziyle birlikte ödenmesine, talep olunan fazlaya ilişkin tazminat isteminin reddine, davacıların manevi tazminat isteminin kısmen kabulü, her bir davacıya ayrı ayrı 25.000TL olmak üzere toplam 75,000TL manevi tazminatın 29/01/2008 tarihinden itibaren hesaplanacak yasal faiziyle birlikte davacılara ödenmesine karar verilmiştir. Davalı tarafça anılan Mahkeme kararının aleyhe olan kısımlarının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek, Danıştay Onbeşinci Dairesi'nin 04/04/2017 tarih, E:2016/7062, K:2017/1522 sayılı onama kararının kaldırılarak, İdare Mahkemesi kararının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.

KARAR: Danıştay Onbeşinci Dairesi'nin kararının, hukuka uygun olmadığı ileri sürülerek 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 54. maddesi uyarınca düzeltilmesi istenilmektedir.

Davalı idarenin karar düzeltme isteminin kısmen kabulü ile, İdare Mahkemesi kararının miktar artırım dilekçesi ile artırılan maddi tazminat miktarına idareye başvuru tarihinden itibaren faiz yürütülmesine ilişkin kısmının bozulması, kararın diğer kısımlarına yönelik düzeltme istemlerinin ise reddedilmesi gerektiği düşünülmektedir.

Karar veren Danıştay Onbeşinci Dairesi'nce, Danıştay Onbeşinci Dairesi'nin kararının, İdare Mahkemesi kararının miktar artırım dilekçesi ile artırılan tazminat miktarına yürütülen faiz başlangıç tarihini onayan kısmı kaldırılarak, davalı idarenin temyiz istemi yeniden incelenmek suretiyle işin gereği görüşüldü:

Dava, davacılar yakınının davalı idarenin hizmet kusuru sonucunda vefat ettiğinden bahisle 50.000TL maddi, 150.000TL manevi olmak üzere toplam 200.000TL tazminatın yasal faiziyle birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılmıştır. İdare Mahkemesi'nce; Adli Tıp Kurumu raporunda belirtilen, müteveffaya üriner sistem taşı tanısı konulması, akut batın olup olmadığını gösterecek tetkiklerin yapılmamış olması, ve icapçı uzmana danışılmamış olmasının tıbbi yönden eksiklik olması nedeniyle doktorun tali kusurlu bulunmasının yanında, müteveffanın da zamanında kontrole gitmeyerek olayda kusurlu davrandığı ve bunun da ölüme katkısının olsa da, müteveffanın karın ağrısı şikayeti ile gece 01:30 sıralarında ... Devlet Hastanesi acil servisine başvurduğu, yapılan tetkik ve muayene sonrası taş düşürme tanısı ile tedavisi düzenlenip önerilerle taburcu edildiği, aynı gün saat 13.00 sularında sağlık ocağına rapor ve ilaç yazdırmak üzere başvuruda bulunduğu ve ertesi gün vefat ettiği gözönünde bulundurulduğunda, olayın oluşumu ve meydana geliş şekline göre tedavi süreci bütün olarak değerlendirildiğinde, davacının davranışının meydana gelen zararla idarenin faaliyeti arasındaki illiyet bağını kesecek ağırlıkta görülmediğinden, davalı idarenin hizmet kusurunun bulunduğu sonucuna varılarak, alınan hesap bilirkişisi raporu ile tespit edilen maddi tazminat miktarları uyarınca sunulan miktar artırım dilekçesi de dikkate alınarak davacıların maddi tazminat isteminin kısmen kabulüne, 157.710,46TL (davacılardan ... için;126.267,49TL, ... için, 31.223,04TL, ... için; 219,93TL) maddi tazminatın idareye başvurma tarihi olan 29/01/2008 tarihinden itibaren hesaplanacak yasal faiziyle birlikte ödenmesine, için talep olunan fazlaya ilişkin tazminat isteminin reddine, davacıların manevi tazminat isteminin kısmen kabulü, her bir davacıya ayrı ayrı 25.000TL olmak üzere toplam 75,000TL manevi tazminatın 29/01/2008 tarihinden itibaren hesaplanacak yasal faiziyle birlikte davacılara ödenmesine karar verilmiştir. Davalı tarafça anılan Mahkeme kararının aleyhe olan kısımlarının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek, Danıştay Onbeşinci Dairesi'nin onama kararının kaldırılarak, İdare Mahkemesi kararının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir. 2577 sayılı Kanunun 18.06.2014 gün ve 6545 sayılı Kanunla eklenen Geçici 8. maddesinde "İvedi yargılama usulü hariç olmak üzere bu Kanunla idari yargıda kanun yollarına ilişkin getirilen hükümler, 2576 sayılı Kanunun, bu Kanunla değişik 3 üncü maddesine göre kurulan bölge idare mahkemelerinin tüm yurtta göreve başlayacakları tarihten sonra verilen kararlar hakkında uygulanır. Bu tarihten önce verilmiş kararlar hakkında, kararın verildiği tarihte yürürlükte bulunan kanun yollarına ilişkin hükümler uygulanır." hükmüne yer verilmiş; 2577 sayılı İdarî Yargılama Usulü Kanunu'nun 6545 sayılı Kanunla ilga edilmeden önce yürürlükte bulunan "Kararın Düzeltilmesi" başlıklı 54. maddesinin 1. fıkrasında, Danıştay dava dairelerince verilen kararlar hakkında bir defaya mahsus olmak üzere taraflarca; a) Kararın esasına etkisi olan iddia ve itirazların kararda karşılanmamış olması, b) Bir kararda birbirine aykırı hükümlerin bulunması, c) Kararın usul ve Kanuna aykırı bulunması, d) Hükmün esasını etkileyen belgelerde hile ve sahtekarlığın ortaya çıkmış olması hallerinde kararın düzeltilmesinin istenebileceği hükmüne yer verilmiş olup, bu maddenin 2. fıkrasında da Danıştay dava dairelerinin kararın düzeltilmesi isteminde ileri sürülen sebeplerle bağlı oldukları kurala bağlanmıştır. Dosyadaki belgeler ile iddiaların incelenmesinden; düzeltme istemine konu Dairemiz kararının, İdare Mahkemesi kararının arttırılan maddi tazminat miktarına yürütülecek faizin başlangıç tarihini onayan kısmı dışındaki kısımlarının hukuk ve usule uygun olduğu, düzeltilmesini gerektirecek bir halin bulunmadığı sonucuna varılmıştır.

İdare Mahkemesi kararının, miktar artırım dilekçesi ile artırılan tazminat miktarına yürütülecek faize ilişkin bölümü incelenecek olursa; Bilindiği üzere tam yargı davalarında istemle bağlı olma kuralının sebep olduğu hak kayıplarının giderilmesi amacıyla 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 16. maddesinin 4. fıkrasına, 30/04/2013 tarihinde yürürlüğe giren 6459 sayılı Kanun'un 4. maddesi ile, "Ancak, tam yargı davalarında dava dilekçesinde belirtilen miktar, süre veya diğer usul kuralları gözetilmeksizin nihai karar verilinceye kadar, harcı ödenmek suretiyle bir defaya mahsus olmak üzere artırılabilir ve miktarın artırılmasına ilişkin dilekçe otuz gün içinde cevap verilmek üzere karşı tarafa tebliğ edilir." cümlesi; aynı Kanun'un 5. maddesi ile de, 2577 sayılı Kanuna Geçici 7. madde olarak, "Bu maddeyi ihdas eden Kanunla, bu Kanunun 16. maddesinin dördüncü fıkrasına eklenen hüküm, kanun yolu aşaması dâhil, yürürlük tarihinde derdest olan davalarda da uygulanır." cümlesi eklenmiştir. Nitekim, 6459 sayılı Kanun'un 4. maddesinin (tasarının 3.maddesi) gerekçesinde, "AİHM, devletin sorumluluğuna ilişkin tazminat davalarında, davacıların yargılamanın yavaş işlemesinden doğan zararlarını ortadan kaldıracak yeterli bir çözüm bulunmadığı yönünde ülkemiz aleyhinde ihlal kararları vermektedir. Düzenlemeyle, idarî yargıda açılan tam yargı davalarında talep edilen tazminatın daha yüksek olduğunun dava devam ederken anlaşılması durumunda, davacıya talep edilen miktarı arttırma hakkı verilmemesinin adil yargılama hakkının ihlali olarak kabul edilmesi sebebiyle, nihai karar verilinceye kadar ıslah suretiyle talep edilen tazminat miktarını arttırma hakkı tanınmaktadır." ifadesine yer verilmiştir.

Faiz; en basit biçimiyle, idarenin tazmin borcu bağlamında; kişilerin, idarenin eylem ve/veya işlemlerinden dolayı uğradıkları zararların giderilmesi istemiyle başvurmalarına karşın, idarenin zararı kendiliğinden ödemeyip, yargı kararıyla tazminata mahkûm edilmesi sonucunda, idarenin temerrüde düştüğü tarihten tazminatın ödendiği tarihe kadar geçen süre için 3095 sayılı Kanuna göre hesaplanacak tutarı ifade etmektedir. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 13. maddesinde, idari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren 1 yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren 5 yıl içinde idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gerektiği; bu isteklerinin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren dava süresi içinde dava açılabileceği kuralı yer alıp, anılan maddede, idari eylemler nedeniyle uğranılan zararın tazmini için idareye başvuruda bulunulmasının, dava ön şartı olarak öngörülmesi ve zararın idare tarafından en erken bu tarihte sulhen ödenebilecek olması nedeniyle yargı yerince hükmedilecek tazminat miktarına, ön karar için idareye yapılan başvuru tarihi, adli yargıda dava açılması halinde adli yargıda dava açıldığı tarih itibariyle yasal faiz uygulanması, Danıştay'ın yerleşik içtihatlarıyla kabul edilmiştir.

2577 sayılı Kanunda, tam yargı davalarında, dava dilekçesindeki miktarın artırımına olanak tanıyan düzenleme uyarınca, davanın kabul edilmesi halinde artırılan tazminat miktarı yönünden faize, idarenin temerrüde düştüğü tarih olan miktar artırımına ilişkin dilekçenin idareye tebliğ edildiği tarihten itibaren hükmedilmelidir.

Bakılan davada, davacı tarafından, 17/03/2016 havale tarihli dilekçe ile bilirkişi raporu uyarınca maddi tazminat miktarı artırılmış, anılan dilekçe 28/03/2016 tarihinde davalı idare kayıtlarına girmiştir. Dolayısıyla bakılan davada artırılan tazminat miktarına (107.710,46TL) miktar artırım dilekçesinin idare kayıtlarına girdiği 28/03/2016 tarihinden itibaren faiz yürütülmesi gerekirken, idareye ilk başvuru tarihi olan 29/01/2008 tarihinden itibaren faiz yürütülmesinde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle; davalı tarafın kararın düzeltilmesi isteminin kısmen KABULÜNE, İdare Mahkemesi'nin kararının miktar artırım dilekçesi ile artırılan maddi tazminata yürütülecek faizin başlangıç tarihine ilişkin kısmının BOZULMASINA, Dairemiz kararının diğer kısımlarına yönelik düzeltme istemlerinin REDDİNE, bozulan kısım hakkında yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın mahkemesine gönderilmesine, 24/10/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi
Başvuru Numarası: 2017/112
Karar Tarihi: 14.06.2017
Konu: 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 23.6.1982 tarihli ve 2686 sayılı Kanun’un 51. maddesiyle değiştirilen 378. maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesinin, Anayasa’nın 2., 10., 13. ve 36. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptaline karar verilmesi talebi, davacı tarafından ihtirazi kayıtla verilen kurumlar vergisi düzeltme beyannamesi üzerine tahakkuk eden kurumlar vergisi ile kurumlar vergisi üzerinden kesilen bir kat vergi ziyaı cezasının iptali talebiyle açılan davada, itiraz konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu iddiası.

ÖZET: Vergi mevzuatımızda ihtirazi kayıtla ilgili düzenleme olmamakla birlikte, ihtirazi kayıt; mükelleflerin, kendi beyanlarına göre yapılan işlemler aleyhine dava açamayacakları, şeklindeki kurala karşı geliştirilen ve bu işlemlere de yargı denetimi sağlayan bir yargılama usulü müessesesi olarak tanımlanabilmektedir. İhtirazi kayıt konulmak suretiyle mükelleflerin beyan ettikleri vergilere karşı dava açabileceklerine ilişkin görüşün yerleşik içtihat halini almasından sonra yürürlüğe giren 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 27 nci maddesinin 4 üncü fıkrasında yer alan, ihtirazi kayıtla verilen beyannameler üzerine yapılan işlemlere karşı açılan davalarda tahsilatın durmayacağına ilişkin düzenleme ile müessese yasal bir görünüme kavuşmuştur. Ancak bu düzenleme, eksik bir düzenleme olarak karşımıza çıkmakta ve müesseseye asıl uygulama yeri olan 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun “Dava Konusu” başlıklı 378 inci maddesinde yer verilmesi gerçeğini değiştirmemektedir. Verginin, tahakkukundan sonra, tekrar beyana konu edilmesi, yani düzeltme beyannamesi, uygulamada sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Bilindiği üzere, ihtirazi kayıt, beyannameye yazılmak suretiyle veya ayrıca ihtirazi kayıt dilekçesi verilerek dile getirilebilmektedir. Yasada öngörülen beyanname verme süresi içerisinde konulan ihtirazi kayıt açısından bir tartışma olmamakla birlikte, düzeltme beyannamesine ilişkin yasal düzenleme bulunmaması (213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun “Pişmanlık ve Islah” başlıklı 371 inci maddesinin 4 üncü fıkrasında yer alan istisna hariç.) nedeniyle, kanuni süresinden sonra verilen düzeltme beyannamesine ihtirazi kayıt konulup konulamayacağı ve dolayısıyla düzeltme beyannamesine istinaden tahakkuk eden vergiye karşı dava açılıp açılamayacağı tartışması, bu konuda verilmiş farklı yargı kararlan ile gündeme gelmekte ve dava açma hakkının, dolayısıyla hak arama özgürlüğünün kısıtlanması sonucunu doğurabilmektedir.

Farklı yorumlara neden olan, isteme konu yasa maddesinin, Anayasa ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ile güvence altına alınan haklan ihlal etmeyecek şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiği açıktır. Yukarıda yer verilen açıklamalar ışığında, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun “Dava Konusu” başlıklı 378 inci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Mükellefler beyan ettikleri matrahlara ve bu matrahlar üzerinden tarh edilen vergilere karşı dava açamazlar.” hükmünün Anayasanın 2, 10, 13 ve 36 ncı maddesine aykırılığı nedeniyle iptali istemiyle re’sen Anayasa Mahkemesine başvurulması.

KARAR: 4.1.1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 23.6.1982 tarihli ve 2686 sayılı Kanun’un 51. maddesiyle değiştirilen 378. maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesinin, Anayasa’nın 2., 10., 13. ve 36. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptaline karar verilmesi talebidir.

Davacı tarafından ihtirazi kayıtla verilen kurumlar vergisi düzeltme beyannamesi üzerine tahakkuk eden kurumlar vergisi ile kurumlar vergisi üzerinden kesilen bir kat vergi ziyaı cezasının iptali talebiyle açılan davada, itiraz konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu kanısına varan Mahkeme, iptali için başvurmuştur.

Kanun’un, 2686 sayılı Kanun’un 51. maddesiyle değiştirilen ve itiraz konusu kuralı da içeren 378. maddesi şöyledir:

“MADDE 378- (Değişik : 23/6/1982 - 2686/51 md.)

Vergi mahkemesinde dava açabilmek için verginin tarh edilmesi, cezanın kesilmesi, tadilat ve takdir komisyonları kararlarının tebliğ edilmiş olması; tevkif yoluyla alınan vergilerde istihkak sahiplerine ödemenin yapılmış ve ödemeyi yapan tarafından verginin kesilmiş olması lazımdır.

Mükellefler beyan ettikleri matrahlara ve bu matrahlar üzerinden tarh edilen vergilere karşı dava açamazlar. Bu Kanunun vergi hatalarına ait hükümleri mahfuzdur.”

Başvuru kararı ve ekleri, Raportör ... tarafından hazırlanan işin esasına ilişkin rapor, itiraz konusu kanun hükmü, dayanılan Anayasa kuralları ve bunların gerekçeleri ile diğer yasama belgeleri okunup incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü:

Çağdaş vergi hukukunun temel ilkelerinden biri, verginin, mükellefin vereceği bilgilere göre belirlenmesi ve alınmasıdır. Bu nedenle günümüzde vergi tarhı konusunda benimsenen en yaygın usul, “beyan” usulüdür. Türk vergi sistemi de esas itibarıyla beyan esasına dayanmaktadır. Beyan esası ise mükelleflerin elde ettiği gelirlerini bizzat kendilerinin idareye bildirmesine dayalı bir sistemdir.

Beyana dayanan vergilendirme, vergi kanunlarında gösterilen tespit şekillerine göre belirlenen matrahlar ve oranlar üzerinden hesaplanan verginin, mükellefler tarafından, vergi kanunlarında öngörülen zamanda bir beyanname ile bildirilmesini, bildirilen bu verginin kural olarak, tahakkuk fişi düzenlenmek suretiyle tarh edilmesini ifade etmektedir.

Kamu hizmetlerinin finansmanında istikrarın sağlanması bakımından, vergilendirme sürecinin belirli bir düzen dâhilinde işlemesi ve sonuçlandırılması gerekmektedir. Bu doğrultuda çeşitli süreler öngörülerek, mükelleflerin vergi ilişkisinden doğan hak ve ödevlerini daha dikkatli takip etme zorunluluğu getirilmektedir.

Vergi mevzuatının uygulanması sonucunda tesis edilen ve idari davaya konu edilebilecek işlemler 213 sayılı Kanun’un 378. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenmiştir. Buna göre vergi mahkemesinde dava açılabilmesi için verginin tarh edilmesi, cezanın kesilmesi, tadilat ve takdir komisyonu kararlarının tebliğ edilmiş olması, tevkif yoluyla alınan vergilerde istihkak sahiplerine ödemenin yapılmış olması ve ödemeyi yapan tarafından verginin kesilmiş olması zorunludur. Maddenin itiraz konusu kuralı da içeren ikinci fıkrasında ise, mükelleflerin beyan ettikleri matrahlara ve bu matrahlar üzerinden tarh edilen vergilere karşı dava açamayacakları, ancak bu Kanun’un vergi hatalarına ait hükümlerinin saklı olduğu hükme bağlanmıştır.

Beyana dayalı vergilendirme mükellefe güven üzerine inşa edilmiştir. Bu sistemde her mükellef kendi vergisinin matrahını bizzat kendisi hesaplamaktadır. İdare de mükellef tarafından beyan edilen bu matrah üzerinden tarhiyat yapmaktadır. İtiraz konusu kural ile temelde yasaklanan, mükelleflerin kendi beyanlarına karşı dava açmalarıdır.

Mükelleflerin beyan ettikleri matrahlara ve bu matrahlar üzerinden tarh edilen vergilere karşı dava açamayacakları kuralının iki istisnası bulunmaktadır. Bunlardan ilki 213 sayılı Kanun’un 378. maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesinde hüküm altına alınan ve aynı Kanun’un 116. ve devamı maddelerinde düzenlenen vergi hatalarına ilişkin hükümlerdir. İkinci istisna ise uygulamada ortaya çıkan ve 6.1.1982 tarihli ve 2577 sayılı Kanun’un 27. maddesinin (4) numaralı fıkrasında dolaylı olarak düzenlenen ihtirazi kayıtla verilen beyannamelerdir.

Her ne kadar matrahlarını en iyi hesaplayabilecek olan mükelleflerin kendileri olsa da, bazı hallerde mükellefler gelirlerinin istisna ve muafiyet gibi nedenlerden dolayı vergiye tabi olup olmadığı konusunda şüpheye düşebilmektedirler. Bu gibi durumlarda mükellefler, ihtirazi kayıtla beyanname vererek daha sonra dava yoluna gidip haksız ödediklerini düşündükleri vergileri geri isteyebilmektedirler. 2577 sayılı Kanun’un 27. maddesinin (4) numaralı fıkrası şu şekildedir: “Vergi mahkemelerinde, vergi uyuşmazlıklarından doğan davaların açılması, tarh edilen vergi, resim ve harçlar ile benzeri mali yükümlerin ve bunların zam ve cezalarının dava konusu edilen bölümünün tahsil işlemlerini durdurur. Ancak, 26 ncı maddenin 3 üncü fıkrasına göre işlemden kaldırılan vergi davası dosyalarında tahsil işlemi devam eder. Bu şekilde işlemden kaldırılan dosyanın yeniden işleme konulması ile ihtirazi kayıtla verilen beyannameler üzerine yapılan işlemlerle tahsilat işlemlerinden dolayı açılan davalar, tahsil işlemini durdurmaz. Bunlar hakkında yürütmenin durdurulması istenebilir.” İhtirazi kayıtla verilen beyannamelere karşı dava açılabileceğinin kanuni dayanağını oluşturan bu düzenleme, yalnızca ihtirazi kayıtla verilen beyannameler üzerine açılan davaların, tahsil işlemini durdurmayacağını hüküm altına almaktadır.

Başvuru kararında özetle, kanuni süresinde ihtirazi kayıtla verilen beyanname üzerine tahakkuk eden vergilere karşı dava açılabilmesine rağmen, itiraz konusu kural uyarınca beyan dönemi dışında verilen ve uygulamada düzeltme beyannamesi olarak bilinen beyannamelere ihtirazi kayıt konulamayacağı ve dolayısıyla bu tür beyannamelere karşı dava açılamayacağı, bu durumun kanun önünde eşitlik, hukuki güvenlik ve belirlilik ilkelerine aykırı olduğu ve hak arama hürriyetini sınırlandırdığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 10., 13. ve 36. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” hükmüne yer verilmiştir. Maddeyle güvence altına alınan hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının yanında, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir.

Demokratik toplumlarda temel hak ve özgürlükler yönünden serbestlik asıl, sınırlama ise istisnadır. Temel hak ve özgürlükleri güvenceye alan anayasalar, bunların hangi nedenlerle ve ne ölçüde sınırlandırılabileceğini de belirlemektedir. Bu anlamda, Anayasa’nın 13. maddesinde “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir.

Öte yandan, Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihat hâlini alan kararlarında belirtildiği üzere, her temel hak ve özgürlüğün doğasından kaynaklanan sınırları da bulunmaktadır. Birlikte yaşamanın zorunlu sonucu olarak, hak ve özgürlüklerin başkalarının aynı hak ve özgürlüklerden faydalanmasını engelleyici, başkalarına zarar verici mahiyette kullanılmaması gerekir. Ayrıca, Anayasa’nın başka maddelerinde yer alan kuralların da temel hak ve hürriyetin sınırını oluşturabilmesi mümkündür.

Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte, bunun hiçbir şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu söylenemez. Özel sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların da hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu kabul edilmektedir. Dava açma hakkının kapsamına ve kullanım koşullarına ilişkin bir kısım düzenlemelerin hak arama özgürlüğünün doğasından kaynaklanan sınırları ortaya koyan ve hakkın norm alanını belirleyen kurallar olduğu açıktır. Ancak, bu sınırlamalar Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan güvencelere aykırı olamaz.

Anayasa’nın 13. maddesinde ifade edilen “ölçülülük ilkesi”, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin başvurularda dikkate alınması gereken bir diğer ilkedir. Demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkeleri, iki ayrı kriter olarak düzenlenmiş olmakla birlikte bu iki kriter arasında sıkı bir ilişki vardır. Temel hak ve özgürlüklere yönelik herhangi bir sınırlamanın, demokratik toplum düzeni için gerekli nitelikte, başka bir ifadeyle öngörülen kamu yararı amacını gerçekleştirmekle birlikte, temel haklara en az müdahaleye olanak veren ölçülü bir sınırlama niteliğinde olup olmadığının incelenmesi gerekir.

Ölçülülük, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanma amaçları ile sınırlama araçları arasındaki ilişkiyi yansıtır. Ölçülülük denetimi, ulaşılmak istenen amaçtan yola çıkılarak bu amaca ulaşılmak için seçilen aracın denetlenmesidir. Bu sebeple, kuralın hedeflenen amaca ulaşabilmek için elverişli, gerekli ve orantılı olup olmadığı değerlendirilmelidir.

Belirtilen nitelikleri gereği, Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan ve aralarında sıkı bir ilişki bulunan, “temel hak ve hürriyetlerin özü”, “demokratik toplum düzeninin gerekleri” ve “ölçülülük ilkesi” kavramları, bir bütünün parçaları olup, “demokratik bir hukuk devleti”nin özgürlükler rejiminde gözetilmesi gereken temel ölçütleri oluşturmaktadır.

Demokratik toplum, hak arama özgürlüğünün tüm bireyler açısından mümkün olan en geniş şekilde güvence altına alındığı bir düzeni gerektirir. Demokrasilerde devlete düşen görev, bireyin hak arama özgürlüğünü kullanabilme imkânına sahip olmasını sağlamak, özellikle de bu imkânı ortadan kaldırmaya yönelik tutumlardan kaçınmak ve bu yönde gelebilecek olumsuz müdahaleleri engellemektir. Hak arama özgürlüğüne demokratik toplum düzeni yönünden zorunlu olmadıkça Devletin müdahale etmemesi gerekir. Bu hak meşru amaçlarla sınırlandırılabilir ise de bu sınırlama kişilerin bu hakkını yok edecek veya kullanılamaz hale getirecek şekilde yapılmamalıdır.

Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri mahkemeye erişim hakkıdır. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini savunabilmesi ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesi ve zararını giderebilmesinin en etkili yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir. Mahkemeye erişim hakkı, bireylerin iddia ve savunmalarını bir yargı mercii önünde ileri sürebilmelerine imkân sağlayan ve adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak kabul edilen bir haktır.

Mükelleflerin beyan ettikleri matrahlara ve bu matrahlar üzerinden tarh edilen vergilere karşı dava açamamalarını öngören itiraz konusu kuralın, ”mahkemeye erişim hakkı”na ve dolayısıyla da adil yargılanma hakkına yönelik bir müdahale olduğu açıktır. Türk vergi sisteminde benimsenen tarh usulü, beyannameye dayalı tarhtır. Bu tarh usulünde mükellef, matrahını beyan etmekte ve idare beyan edilen bu matrah üzerinden tarhiyat işlemini gerçekleştirmektedir. İtiraz konusu kural ile mükelleflerin kendi beyanlarına karşı dava açmaları yasaklanmaktadır. Nitekim kişinin kendi beyanına karşı dava açmasında hukuki yarar da bulunmamaktadır. İtiraz konusu kuralın devamındaki cümlede yer alan “Bu Kanunun vergi hatalarına ait hükümleri mahfuzdur” hükmüyle, yalnızca vergi hatalarının bu kuralın istisnası olduğu belirtilmektedir. Uygulamada ortaya çıkan ve 6.1.1982 tarihli ve 2577 sayılı Kanun’un 27. maddesinin (4) numaralı fıkrasında dolaylı olarak düzenlenen ihtirazi kayıtla verilen beyannamelere karşı dava açılabilmesi de kuralın diğer istisnasını oluşturmaktadır.

İtiraz konusu kural, mükelleflerin gelirinin istisna, muafiyet v.b. nedenlerden dolayı vergiye tabi olup olmadığı konusunda şüpheye düştükleri matrahları için iddia ve savunmalarını bir yargı mercii önünde ileri sürebilmeleri imkânını sınırlamaktadır. Ancak istisnaları ile birlikte değerlendirildiğinde kuralın, mahkemeye erişim hakkının özüne dokunmadığı ve hak arama özgürlüğünü ölçüsüz bir şekilde engellemediği anlaşılmaktadır.

Uygulamada hangi tür beyannamelere ihtirazi kayıt konulabileceği; kanuni süresi içinde veya kanuni süresinden sonra verilen beyannamelere ihtirazi kayıt konulup konulamayacağı hususlarından dolayı dava açma hakkının tanınıp tanınmayacağı sorunu ise doğrudan doğruya itiraz konusu kuralla ilişkili olmayıp ihtirazi kaydın kapsamı ile ilgilidir. Somut olayda da olduğu gibi, ihtirazi kaydın uygulamada ortaya çıkan ve düzeltme beyannamesi olarak adlandırılan beyannamelere konulup konulamayacağı; konulabilse dahi dava açma hakkını tanıyıp tanımayacağı esasında itiraz konusu kuralın değil, kuralın istisnasının kanuni dayanağı olan 2577 sayılı Kanun’un 27. maddesinin (4) numaralı fıkrasının yorumundan kaynaklanmaktadır.

Öte yandan, 2577 sayılı Kanun’un 27. maddesinin (4) numaralı fıkrasında “ihtirazi kayıtla verilen beyannameler üzerine yapılan işlemlerle tahsilat işlemlerinden dolayı açılan davalar” ibaresiyle beyannameler arasında herhangi bir ayrım yapılmadığı görülmektedir. Her ne kadar kanuni süresinden sonra verilen beyannamelere ihtirazi kayıt konulup konulamaması hususunun içtihat farklılığına neden olduğu gerekçesiyle Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülmüş ise de herhangi bir düzenlemenin mahkemeler arasında içtihat uyuşmazlıklarına neden olması yargılama hukukunun doğası gereği her zaman mümkün olup bu durumun anayasal bir sorun oluşturması söz konusu değildir. Kaldı ki hukuk sistemi içerisinde mahkemeler arasındaki içtihat uyuşmazlıklarını çözecek hukuki yollara yer verilmiştir.

Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 13. ve 36. maddelerine aykırı değildir. İptal talebinin reddi gerekir.

Kural’ın Anayasa’nın 2. ve 10. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.

4.1.1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun, 23.6.1982 tarihli ve 2686 sayılı Kanun’un 51. maddesiyle değiştirilen 378. maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesinin, Anayasa’ya aykırı olmadığına ve itirazın REDDİNE, ...’nin karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,14.6.2017 tarihinde karar verildi.


BaroKart Blog'da bulunan Yüksek Mahkeme Kararları yargitay.gov.tr, danistay.gov.tr, anayasa.gov.tr resmi internet sitelerinden alınmıştır.

Nasıl TL Yüklenir?

BaroKart'ınıza TL Yükle sayfasından yükleme yapabilirsiniz.
TL yüklemek için tıklayınız.