img

 

img img
HAFTANIN YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

Yargıtay 22. Hukuk Dairesi
2017/41731 E. 2017/28540 K.
K.Tarihi 13.12.2017

Yargıtay 4. Ceza Dairesi
2015/25239 E. 2016/2451 K.
K.Tarihi 15.02.2016

Yargıtay 8. Daire Başkanlığı
2016/12836 E. 2017/1911 K
K.Tarihi 22.03.2017

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi
Başvuru Numarası:2017/172 E. 2018/32 K.
Karar Tarihi:28.03.2018

Yargıtay 22. Hukuk Dairesi
2017/41731 E. 2017/28540 K.
K. Tarihi: 13.12.2017
Mahkeme: İş Mahkemesi
Konu : Davacının çalışma ilişkisinin sona ermesinden sonra aynı işkolunda işverenle rekabet halinde olan bir başka işyerinde çalışmaya başlaması nedeni ile istenen tazminat alacağı konusunda davaya bakmakla görevli mahkeme.

ÖZET: İş akdinin devamı sırasında işçinin sadakat borcundan kaynaklanan rekabet etmeme yasağına aykırılık halinde, görevli mahkeme iş mahkemesi iken, iş akdinin sona ermesinden sonra rekabet yasağına aykırı hareket edilmesi halinde, buna dayalı olarak açılacak dava niteliği itibariyle ticari dava olduğundan ve bu tür davaların ticaret mahkemesinde incelenip karara bağlanması gerektiğinden, dava tefrik edilerek görevsizlik kararı verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması.

KARAR: Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi taraflar vekillerince istenilmekle, temyiz taleplerin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: Davacı vekili, müvekkilinin davalı bünyesinde mağaza satış görevlisi olarak çalıştığını, küçülme maksadı ile yıldırma politikası uyguladığını ve sürekli olarak çalıştığı mağazanın değiştirildiğini, haklı sebeple iş sözleşmesini feshettiğini belirterek kıdem tazminatı, ücret, yıllık izin ücreti, prim ve fazla çalışma ücreti alacaklarının hüküm altına alınmasını talep etmiştir.

Davalı vekili, davacının başka yerde çalışmak amacı ile istifa ederek işten ayrıldığını, taraflar arasında imzalanan iş sözleşmesi gereğince rotasyon konusunda yetkileri bulunduğunu belirterek davanın reddi gerektiğini savunmuştur. Davalı vekili, açmış olduğu birleşen dava ile, davalı işçinin haksız ve ihbarsız olarak işten ayrılması nedeni ile ihbar tazminatı ve işçinin sözleşme sona erdikten sonra aynı işkolunda faaliyet gösteren başka işyerinde çalışmaya başlaması nedeni ile haksız rekabetten kaynaklanan cezi şart alacağının hüküm altına alınmasını talep etmiştir. Mahkemece, toplanan deliller ve bilirkişi raporu doğrultusunda asıl dava ve birleşen davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Karar süresi içerisinde taraflar vekillerince temyiz edilmiştir.

Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre tarafların aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir. Taraflar arasındaki ilk uyuşmazlık davacının ödenmeyen ücret ve prim alacağı bulunup bulunmadığı konusundadır.

Dosya içeriğine göre, imzasız Eylül 2012 bordrosunda brüt 1.089,00 TL ücret ve brüt 914,04 TL prim tahakkuk ettirilmiştir. Ancak banka kayıtlarında buna ilişkin ödemeye rastlanılmamıştır. Son aya ilişkin bu alacakların varlığı, fesih tarihinde muaccel olmamaları nedeni ile davacı işçiye haklı fesih imkanı tanımamakla birlikte, ödendikleri ispatlanmadığından hüküm altına alınması gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi hatalıdır.

Davacı ile davalı arasındaki diğer uyuşmazlık, birleşen dava ile talep edilen rekabet yasağının ihlali sebebiyle cezai şart istemine ilişkin uyuşmazlığın, 4857 sayılı İş Kanunu kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ve bu bağlamda İş Mahkemesinin görevi konusundadır.

5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu'nun 1. maddesine göre, iş mahkemelerinin görevi “İş Kanununa göre işçi sayılan kimselerle işveren veya işveren vekilleri arasında iş sözleşmesinden veya İş Kanununa dayanan her türlü hak iddialarından doğan hukuk uyuşmazlıklarının çözülmesi”dir. Ticari hayatta rekabetin; işletmelerin verimini arttırıcı, üretilen mal ve hizmetlerin kalitesini yükseltici ve fiyatları düşürücü fonksiyonları bulunduğu ileri sürülmekte olup; bu yönüyle yararlı olan rekabetin dürüstlük kuralları içinde yapılması ve kötüye kullanılmaması gerekir. (Arkan Sabih Ticari İşletme Hukuku ,Bankacılık Enstitüsü, 2011, s:308). Hizmet akdinin sona ermesinden sonra işçiyi işverene karşı rekabet oluşturacak faaliyetlerden kaçınmakla yükümlü kılan rekabet yasağı sözleşmesi, piyasa ekonomisinin ve teknolojideki gelişmelerin bir ürünü olarak yirminci yüzyıldan itibaren önem kazanmaya başlamıştır. 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 4. maddesinde tarafların tacir olup olmadıklarına bakılmaksızın 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun rekabet yasağına ilişkin 444 ve 447 maddelerinde öngörülen hususlardan doğan hukuk davalarının ticari dava olduğu ve 5. maddesinde de aksine hüküm bulunmadıkça, dava olunan şeyin değerine veya tutarına bakılmaksızın Asliye Ticaret Mahkemesi tüm ticari davalara bakmakla görevli olduğu düzenlenmiştir. Türk Borçlar Kanunu'nun Rekabet Yasağı başlıklı 444. maddesinde; "Fiil ehliyetine sahip olan işçi, işverene karşı, sözleşmenin sona ermesinden sonra herhangi bir biçimde onunla rekabet etmekten, özellikle kendi hesabına rakip bir işletme açmaktan, başka bir rakip işletmede çalışmaktan veya bunların dışında, rakip işletmeyle başka türden bir menfaat ilişkisine girişmekten kaçınmayı yazılı olarak üstlenebilir. Rekabet yasağı kaydı, ancak hizmet ilişkisi işçiye müşteri çevresi veya üretim sırları ya da işverenin yaptığı işler hakkında bilgi edinme imkânı sağlıyorsa ve aynı zamanda bu bilgilerin kullanılması, işverenin önemli bir zararına sebep olacak nitelikteyse geçerlidir." düzenlemesine yer verilmiştir. Vurgulamakta yarar vardır ki, işçi işe alındığı andan işten çıkarılacağı ana kadar işverene karşı rekabet yapamaz. Zira, söz konusu zaman parçası içinde yapılmış rekabet sadakat borcuna aykırılık oluşturur. İşçinin İş Kanunu'nun 25./II. b,d ve e bentleri gereğince doğruluk ve bağlılığa uymayan davranışlarda bulunması sadakat borcunun ihlali olarak kabul edilmiş; bu halde işverenin iş akdini feshedebileceği gibi tazminat da isteyebileceği hükme bağlanmıştır.

Rekabet etmeme borcu ise işçinin öteki borçları gibi her iş sözleşmesi için söz konusu olan borçlardan değildir. İş akdinin devamı süresince işçinin işverenle rekabet etmemesi sadakat borcu içinde yer alan bir yükümlülüktür. Buna karşılık, taraflar iş ilişkisi devam ederken sözleşmenin bitiminden sonra işçinin rekabet etmeyeceğine ilişkin bir hükmün iş akdine konulmasını veya bu konuda ayrı bir sözleşme (rekabet yasağı sözleşmesi) yapılmasını kararlaştırabilirler. İş akdi sona erdikten sonra işçinin işverenle rekabet etmeme borcu ancak böyle bir yükümlülük sözleşme ile kararlaştırıldığı takdirde söz konusu olmaktadır (Prof. Dr. S. Süzek, İş Hukuku, Beta Yayınları, 2005, S:277). Bu noktada, iş görme ve sadakat borçları ile rekabet etmeme borcu (rekabet yasağı) arasındaki ayrıma değinilmesinde yarar bulunmaktadır: İş görme ve sadakat borçları, açıkça kararlaştırılmasa bile her iş sözleşmesinde vardır. Rekabet etmeme borcu ise, ancak iş sözleşmesi taraflarının açıkça kararlaştırmaları halinde ortaya çıkar. İş sözleşmesi devam ederken, işçinin rekabet sayılacak davranışları ise “doğruluk ve bağlılığa uymayan davranışlar olup ”İş Kanunu’nun 25/II-e kapsamına girer ve işveren için haklı fesih nedeni oluşturur. Rekabet yasağına aykırı hareket edilmesi halinde ise işçi, zararı tazmin ile mükelleftir. Bu kapsamda, iş akdinin devamı sırasında işçinin sadakat borcundan kaynaklanan rekabet etmeme yasağına aykırılık halinde, bu tür davalara bakmakla görevli mahkeme iş mahkemesidir. İş akdinin sona ermesinden sonra rekabet yasağına aykırı hareket edilmesi halinde ise, buna dayalı olarak açılacak dava niteliği itibariyle ticari dava olmakla, bu tür davaların ticaret mahkemesinde incelenip karara bağlanması gerekir. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 29.02.2012 gün ve 2011/11-781 E., 2012/109 K.) sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir. Somut olayda, birleşen dava ile talep edilen, taraflar arasında imzalanan gizlilik esasına uyma ve haksız rekabet etmemeye ilişkin beyan ve tahattütnamenin yedinci maddesi gereğince davacının çalışma ilişkisinin sona ermesinden sonra aynı işkolunda işverenle rekabet halinde olan bir başka işyerinde çalışmaya başlaması nedeni ile istenen tazminat alacağı konusunda davaya bakma görevi Ticaret Mahkemesine aittir. Anılan talebe ilişkin açılan dava tefrik edilerek görevsizlik kararı verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.

Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebeplerden BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgililere iadesine, 13.12.2017 gününde oybirliğiyle karar verildi.


Yargıtay 4. Ceza Dairesi
2015/25239 E. 2016/2451 K.
K. Tarihi: 15.02.2016
Mahkeme: Asliye Ceza Mahkemesi
Konu: Asliye Ceza Mahkemesi tarafından arşiv kaydının silinmesine karar verilmiş ise de, adli sicil ve arşiv kayıtlarının silinmesi işleminin münhasıran Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce yapılması gerektiği gözetilmeden, yazılı şekilde karar verilmesi.

ÖZET: Dosya kapsamına göre, 5352 sayılı Adli Sicil Kanunu'nun geçici 2. maddesinin 2. fıkrası ve 3682 sayılı Adli Sicil Kanunu'nun 8. maddesi uyarınca arşiv kaydının silinmesine karar verilmiş ise de, kararın kesinleşme tarihinden önce 11/04/2012 tarihli ve 28261 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 6290 sayılı Adli Sicil Kanunu ile Sporda Şiddet ve Düzensizliğini Önlenmesine Dair Kanunda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un 12. maddesinin 1. fıkrası (b) bendi ile arşiv kayıtlarının silinmesi koşullarının yeniden düzenlendiği, arşiv kayıtlarının silinmesi işleminin Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce yapılacağının hükme bağlanması karşısında, 11/04/2012 tarihinden itibaren adli sicil ve arşiv kayıtlarının silinmesi işleminin münhasıran Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce yapılması gerektiği gözetilmeden, yazılı şekilde karar verilmesi karşısında Adalet Bakanlığı tarafından kanun yararına bozulmasının istenilmesi.

KARAR: Tehdit suçundan sanık ...'in, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 106/1-son cümle, 62/1 ve 52/2. maddeleri uyarınca 500 Türk lirası adli para cezası ile cezalandırılmasına dair, .. Sulh Ceza Mahkemesinin 05/03/2007 tarihli kararına ilişkin arşiv kaydının silinmesine dair, ... Asliye Ceza Mahkemesi'nin 17/02/2015 tarihli ve 2015/28 değişik iş sayılı kararının, Adalet Bakanlığı tarafından kanun yararına bozulmasının istenilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 16/09/2015 gün ve ... sayılı istem yazısıyla, dava dosyası Dairemize gönderilmekle incelendi: İstem yazısında: “Dosya kapsamına göre, 5352 sayılı Adli Sicil Kanunu'nun geçici 2. maddesinin 2. fıkrası ve 3682 sayılı Adli Sicil Kanunu'nun 8. maddesi uyarınca arşiv kaydının silinmesine karar verilmiş ise de, kararın kesinleşme tarihinden önce 11/04/2012 tarihli ve 28261 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 6290 sayılı Adli Sicil Kanunu ile Sporda Şiddet ve Düzensizliğini Önlenmesine Dair Kanunda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un 12. maddesinin 1. fıkrası (b) bendi ile arşiv kayıtlarının silinmesi koşullarının yeniden düzenlendiği, arşiv kayıtlarının silinmesi işleminin Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce yapılacağının hükme bağlanması karşısında, 11/04/2012 tarihinden itibaren adli sicil ve arşiv kayıtlarının silinmesi işleminin münhasıran Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce yapılması gerektiği gözetilmeden, yazılı şekilde karar verilmesinde isabet görülmemiştir.” denilmektedir.

Hükümlü ... hakkında tehdit suçundan yapılan yargılama sonucunda, ... Sulh Ceza Mahkemesinin 05/03/2007 tarihli kararıyla adli para cezası ile cezalandırılmasına karar verildiği ve cezanın 09/07/2007 tarihinde infaz edildiği, hükümlünün 11/02/2015 tarihli dilekçesi ile mahkemesinden arşiv kaydının silinmesini talep etmesi üzerine, aynı mahkemenin 17/02/2015 tarihli ek kararıyla arşiv kaydının silinmesine karar verildiği, kesinleşen bu karara karşı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünün ihbarı üzerine, kanun yararına bozma yoluna başvurulduğu anlaşılmıştır.

Kanun Yararına Bozma İstemine İlişkin Uyuşmazlığın Kapsamı: 05/04/2012 tarihli ve 6290 sayılı Kanunla yapılan değişiklik sonrasında, adli sicil arşiv kaydının silinmesine yönelik talebin, hükmü veren mahkemesince mi yoksa Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce mi değerlendirileceğine ilişkindir.

Hukuksal Değerlendirme: 5352 sayılı Adli Sicil Kanunu'nun “Adli sicil ve arşiv bilgilerinin silinmesi başlıklı 12. maddesinde; (1) (Değişik: 5/4/2012-6290/2 md.) Arşiv bilgileri;

a)İlgilinin ölümü üzerine,

b)Anayasanın 76 ncı maddesi ile Türk Ceza Kanunu dışındaki kanunlarda bir hak yoksunluğuna neden olan mahkumiyetler bakımından kaydın arşive alınma koşullarının oluştuğu tarihten itibaren;

1. Yasaklanmış hakların geri verilmesi kararı alınması koşuluyla onbeş yıl geçmesiyle,

2. Yasaklanmış hakların geri verilmesi

c) Diğer mahkumiyetler bakımından kaydın arşive alınma koşullarının oluştuğu tarihten itibaren beş yıl geçmesiyle, tamamen silinir.

(2) Fiilin kanunla suç olmaktan çıkarılması halinde, bu suçtan mahkumiyete ilişkin adli sicil ve arşiv kayıtları, talep aranmaksızın tamamen silinir.

(3) Kanun yararına bozma veya yargılamanın yenilenmesi sonucunda verilen beraat veya ceza verilmesine yer olmadığı kararının kesinleşmesi halinde, önceki mahkumiyet kararına ilişkin adli sicil ve arşiv kaydı tamamen silinir.” hükmüne yer verilmiş,

Aynı Kanun'un 05/04/2012 tarihli ve 6290 sayılı Kanunla değiştirilen geçici 2. maddesinde de; “(1) Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte, Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce toplanmış olsun veya olmasın, suç tarihi itibarıyla bu Kanunun yürürlük tarihinden önceki kayıtlar hakkında, 3682 sayılı Kanuna göre süre yönünden silinme koşulu oluşanlar silinir; diğer kayıtlar için bu Kanun hükümlerine göre işlem yapılır. (Mülga cümle: 05/04/2012-6290 S.K./3.md.) (2) (Değişik fıkra: 05/04/2012-6290 S.K./3.md.) Bu Kanunun yayımı tarihinde, Anayasanın 76 ncı maddesi ile bazı özel kanunlarda yer alan ve bir hak yoksunluğuna neden olan mahkumiyetler bakımından, arşive alınan veya şartları oluştuğu halde ya da henüz şartları oluşmadığı için arşive alınmayan kayıtlar hakkında 12 nci maddenin birinci fıkrası hükmü uygulanır. (3) (Ek fıkra: 05/04/2012-6290 S.K./3.md.) İkinci fıkrada sayılanlar dışında, birinci fıkra gereğince işlem yapılarak arşive alınan kayıtlar 3682 sayılı Kanunun 8 inci maddesinde öngörülen sürelerin dolduğu veya ertelenmiş olan mahkumiyetin Adli Sicil Yönetmeliği'nin Adli sicil ve arşiv bilgilerinin silinmesi başlıklı 13. maddesinde ise; (Değişik:RG-20/4/2013-28624) Arşiv kayıtları;

İlgilinin ölümü üzerine, Anayasanın 76 ncı maddesi ile Türk Ceza Kanunu dışındaki kanunlarda bir hak yoksunluğuna neden olan mahkûmiyetler bakımından kaydın arşive alınma koşullarının oluştuğu tarihten itibaren; Yasaklanmış hakların geri verilmesi kararı alınması koşuluyla onbeş yıl geçmesiyle, yasaklanmış hakların geri verilmesi kararı alınması koşulu aranmaksızın otuz yıl geçmesiyle, diğer mahkumiyetler bakımından kaydın arşive alınma koşullarının oluştuğu tarihten itibaren beş yıl geçmesiyle,

fiilin kanunla suç olmaktan çıkarılması hâlinde, bu suçtan mahkumiyete ilişkin adli sicil ve arşiv kayıtları, talep aranmaksızın, kanun yararına bozma veya yargılamanın yenilenmesi sonucunda verilen beraat veya ceza verilmesine yer olmadığı kararının kesinleşmesi hâlinde, önceki mahkumiyet kararına ilişkin adli sicil ve arşiv kaydı, Genel Müdürlükçe tamamen silinir. Birinci fıkrada belirtilen hâllerde silme işlemi, Genel Müdürlüğün teklifi ve Bakanın onayı ile kurulan komisyonca re'sen yapılır. hükmüne yer verilmiştir.

5352 sayılı Adli Sicil Kanunu'nda değişiklik yapan, 6290 sayılı Kanun 11/04/2012 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 11/04/2012 tarihinden itibaren arşiv kaydının silinmesi işlemleri, 5352 sayılı Adli Sicil Kanunu'nun geçici 2/3. maddesi uyarınca, Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce yerine getirilecektir. İnceleme konusu somut olayda; hükümlü ...'in 11/02/2015 tarihli dilekçesi ile, tehdit suçundan ... Sulh Ceza Mahkemesinin 05/03/2007 tarihli kararına ilişkin; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının düzenlediği ... Asliye Ceza Mahkemesinin 17/02/2015 tarihli ve 2015/28 değişik iş sayılı kararının, CMK'nın 309. maddesi uyarınca Kanun Yararına BOZULMASINA,

11/04/2012 tarihinden itibaren arşiv kaydının silinmesi işlemleri, 5352 sayılı Adli Sicil Kanunu'nun geçici 2/3. maddesi uyarınca, Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce yerine getirileceğinden, yasal değişiklikler mahkemesince değerlendirilerek, CMK'nın 309. maddesi uyarınca gereğinin mahallinde yerine getirilmesine, 15.02.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


Danıştay 8. Daire Başkanlığı
2016/12836 E. 2017/1911 K.
K. Tarihi: 22.03.2017
Mahkeme: Danıştay 8. Daire Başkanlığı
KONU: Avukat olan davacının uyarma cezası ile cezalandırılmasına ilişkin Türkiye Barolar Birliği Disiplin Kurulu’nun 18/02/2011 gün ve ... sayılı işlemi ile bu işlemin dayanağı olan Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları’nın 27/2.maddesinin iptali istemi.

ÖZET: Davacının vekil sıfatıyla bir başka avukata karşı takip ettiği davayı kendi barosuna bir yazı ile bildirmemesi suretiyle gerçekleşen eyleminin Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları’nın 27/2. maddesine aykırılık oluşturduğundan bahisle davacı avukata uyarı cezası verilmesi üzerine; avukat olan davacı tarafından, uyarma cezası ile cezalandırılmasına ilişkin Türkiye Barolar Birliği Disiplin Kurulunun 18/02/2011 gün ve ... sayılı işlemi ile dayanağı olan Türkiye Barolar Birliği Meslek Kurallarının 27/2. maddesinin; Ankara 9. Sulh Ceza Mahkemesi’nde görülen bir davada katılan vekili olarak davayı takip ettiği, bu davada sanık sıfatı bulunan avukatın mesleği ile ilgili olmayan eyleminden dolayı yargılandığı, işlemin dayanağı Meslek Kurallarının 27/2. maddesinin amacının taraflar arasında sulhu sağlamak ve gerekiyorsa re’sen disiplin soruşturması başlatmak olduğu, taraflar arasındaki uyuşmazlıktan gerek Adalet Bakanlığının gerekse davalı idare ve Baro’nun haberdar olduğu göz önüne alındığında bildirimin gereksiz olduğu, bu nedenle bireysel işlemin hukuka aykırı olduğu, öte yandan dava konusu Meslek Kurallarının 27/2. maddesinin eksik düzenlendiği ileri sürülerek iptali istemi.

KARAR: Danıştay 8. Dairesi 22.03.2017 tarih 2016/12836, 2017/ 1911 K. sayılı kararı ile Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları’nın 27 nci maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesindeki “Bir avukat başka bir avukata karşı asıl ya da vekil sıfatıyla takip edeceği davayı kendi barosuna bir yazı ile bildirir.” kuralı hakkında iptal kararı vermiştir.

Avukat olan davacı tarafından, uyarma cezası ile cezalandırılmasına ilişkin Türkiye Barolar Birliği Disiplin Kurulunun 18/02/2011 gün ve E:2010/620, K:2011/115 sayılı işlemi ile dayanağı olan Türkiye Barolar Birliği Meslek Kurallarının 27/2. maddesinin; Ankara 9. Sulh Ceza Mahkemesi’nde görülen bir davada katılan vekili olarak davayı takip ettiği, bu davada sanık sıfatı bulunan avukatın mesleği ile ilgili olmayan eyleminden dolayı yargılandığı, işlemin dayanağı Meslek Kurallarının 27/2. maddesinin amacının taraflar arasında sulhu sağlamak ve gerekiyorsa re’sen disiplin soruşturması başlatmak olduğu, taraflar arasındaki uyuşmazlıktan gerek Adalet Bakanlığının gerekse davalı idare ve Baro’nun haberdar olduğu göz önüne alındığında bildirimin gereksiz olduğu, bu nedenle bireysel işlemin hukuka aykırı olduğu, öte yandan dava konusu Meslek Kurallarının 27/2. maddesinin eksik düzenlendiği ileri sürülerek iptali istenilmektedir.

Olayda, davacının vekil sıfatıyla bir başka avukata karşı takip ettiği davayı kendi barosuna bir yazı ile bildirmemesi suretiyle gerçekleşen eyleminin Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları’nın 27/2. maddesine aykırılık oluşturduğundan bahisle davacı avukata uyarı cezası verilmesi üzerine bakılan dava açılmıştır. Danıştay Sekizinci Dairesi’nin 09/04/2014 günlü, E:2011/6414; K:2014/2817 sayılı kararıyla; “bir avukat başka bir avukata karşı asil ya da vekil sıfatıyla takip edeceği davayı kendi barosuna bir yazı ile bildirir.” kuralını içeren Türkiye Barolar Birliği Meslek Kurallarının 27/2. maddesinde hukuka, meslek onuruna ve kamu yararına aykırılık bulunmadığı; davacının da bu meslek kuralına uymayan davranışı gerçekleştirdiğinin hakkında yürütülen disiplin soruşturması neticesinde sabit olduğu görüldüğünden uyarma cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddedildiği; temyiz üzerine Danıştay idari Dava Daireleri Kurulunun 14.12.2015 günlü, E:2014/3684, K;2015/5340 sayılı kararıyla, Türkiye Barolar Birliği tarafından düzenlenen Meslek Kuralları’nın 27/2. maddesinde yer alan, “Bir avukat başka bir avukata karşı asil ya da vekil sıfatıyla takip edeceği davayı kendi barosuna bir yazı ile bildirir.” kuralının; 1136 sayılı Yasanın 110. maddesinde Türkiye Barolar Birliği’nin temel görevleri olarak sayılan; baroların çalışmalarını ortak amaca ulaşacak şekilde tasarlamak, mesleğin gelişmesini sağlamak, mensuplarının genel menfaatlerini ve mesleğin ahlak, düzen ve geleneklerini korumak, mensupları arasındaki meslek bağını kuvvetlendirmek gibi görevleri yerine getirme amacına hizmet edecek nitelik taşımadığı ve bağımsız savunmayı serbestçe temsil eden avukatlığın amacı ile de bağdaşmadığı sonucuna ulaşıldığından, bu kuralda ve bu kural uyarınca davacıya verilen disiplin cezasında hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle “ret” kararının bozulduğu anlaşılmıştır.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 46. maddesinin 1. fıkrasında; Danıştay dava daireleri kararlarına karşı Danıştay’da temyiz yoluna başvurulabileceği, 2575 sayılı Danıştay Kanununun 38. maddesinde; İdari Dava Daireleri Kurulunca idari dava dairelerinden ilk derece mahkemesi olarak verilen kararların temyizen inceleneceği, 2577 sayılı Kanunun 49. maddesinin 4. fıkrasında da; idare mahkemelerinin bozmaya uymayarak eski kararında ısrar edebileceği öngörülürken, aynı maddede, Danıştay dava dairelerinin ilk derece mahkemesi olarak verdiği kararların temyizen bozulması halinde ısrar olanağı tanınmamıştır. Açıklanan nedenle, Danıştay idari Dava Daireleri Kurulunun “bozma” kararına uyularak, dava konusu disiplin cezası ile cezanın dayanağı olan Türkiye Barolar Birliği Meslek Kurallarının 27/2. maddesinin iptali gerektiği düşünülmektedir.

Hüküm veren Danıştay Sekizinci Dairesince işin gereği görüşüldü: Dava; avukat olan davacının uyarma cezası ile cezalandırılmasına ilişkin Türkiye Barolar Birliği Disiplin Kurulu’nun 18/02/2011 gün ve ... sayılı işlemi ile bu işlemin dayanağı olan Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları’nın 27/2.maddesinin iptali istemiyle açılmıştır. Danıştay Sekizinci Dairesi’nin 09/04/2014 günlü, E:2011/6414; K:2014/2817 sayılı kararıyla; şikayetçi avukatın, Türkiye Barolar Birliği’nin Ankara’da gerçekleştirdiği bir yemekte, Aksaray ilinden Karabük iline tayin olan bir hakim hakkında diğer baro başkanlarına sarf ettiği sözler nedeniyle, anılan hakim tarafından hem baro, hem de Adalet Bakanlığı nezdinde şikayette bulunulduğu, şikayet üzerine Adalet Bakanlığı’nın, konu avukatlık mesleğinin ifası sırasında gerçekleşmediğinden soruşturma izni verilmemesine karar vererek genel hükümlere göre gereğinin takdiri için dosyayı Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdiği, Cumhuriyet Savcılığınca, görevli hakime gıyabında hakaret suçu nedeniyle iddianame hazırlanarak Ankara 9. Sulh Ceza Mahkemesi’nin 2008/171 esasına kayden dava açıldığı, bu davanın davacısının da, anılan ceza davasında katılan vekili olduğu, bu davada sanık sıfatı ile yargılanan avukat tarafından, Meslek Kurallarının 27/2. maddesi uyarınca Baroya bildirim yükümlülüğünü yerine getirmediği gerekçesiyle yapılan şikayet üzerine başlatılan disiplin soruşturması neticesinde Ankara Barosu’nun ceza tayinine yer olmadığına karar verdiği, bu karara yapılan itiraz üzerine bu davaya konu disiplin cezasının tesis edildiği, bu işlem ile dayanağı Meslek Kuralları’nın 27/2 maddesinin iptali istemiyle bakılan davanın açıldığı, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun ilgili hükümleri uyarınca, baroların çalışmalarını ortak amaca ulaşacak şekilde tasarlamak, mesleğin gelişmesini sağlamak, mensuplarının genel menfaatlerini ve mesleğin ahlak, düzen ve geleneklerini korumak, bunun yanında Türkiye Barolarını ve mensuplarını birbirine tanıtarak aralarındaki meslek bağını kuvvetlendirmek gibi temel görevleri olan Türkiye Barolar Birliğinin yetkili organlarınca alınan ve yasaların avukatlara tanıdığı hakların gerçekleşmesinde, yüklendiği görevleri tam ve eksiksiz olarak onurlu bir şekilde yerine getirmesini sağlamak amacıyla oluşturulmuş bulunan meslek kuralları arasında yer alan 27/2 maddesinde hukuka, meslek onuruna ve kamu yararına aykırı bir yön bulunmadığı, davacı tarafından, uyuşmazlıktan tüm tarafların haberdar olduğu ve bu nedenle Baroya bildirim yapılmasına gerek bulunmadığı ileri sürülmekte ise de, şikayetçi avukatın sanık sıfatıyla yargılandığı bir davada katılan vekili olarak davayı takip ettiği hususunu, davaya konu Meslek Kuralı uyarınca bağlı olduğu Ankara Barosuna bildirmesi gerektiği, bu durumda, avukat olan bir meslektaşının şikayeti üzerine başlatılan soruşturma sonucu Avukatlık Meslek Kurallarına aykırı davranışı sabit olan davacı hakkında tesis edilen disiplin cezasında da hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Dairemiz kararının temyiz edilmesi üzerine Danıştay idari Dava Daireleri Kurulu’nun 09/03/2016 tarih ve E: 2014/3685 K: 2016/739 sayılı bozma kararında, Türkiye Barolar Birliği tarafından düzenlenen meslek kurallarının 27/2 maddesinde yer alan, “bir avukat başka bir avukata karşı asil ya da vekil sıfatıyla takip edeceği davayı kendi barosuna bir yazı ile bildirir, kuralının, Türkiye Barolar Birliği’nin kanun maddesinde düzenlenen görevleri yerine getirme amacına hizmet edecek nitelik taşımadığı ve bağımsız savunmayı serbestçe temsil eden avukatlığın amacı ile de bağdaşmadığı için, bu kural ve bu kural uyarınca davacıya verilen disiplin cezasında hukuka uyarlılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine ilişkin kararımız bozulmuştur.

2577 sayılı idari Yargılama Usulü Kanunu’nun 46. maddesinin 1. fıkrasında; Danıştay dava daireleri kararlarına karşı Danıştay’da temyiz yoluna başvurulabileceği, 2575 sayılı Yasanın 38. maddesinde idari Dava Daireleri Kurulunca İdari dava dairelerinden ilk derece mahkemesi olarak verilen kararların temyizen inceleneceği, 2577 sayılı Yasanın 49. maddesinin 4. fıkrasında ise; idare mahkemelerinin bozmaya uymayarak eski kararında ısrar edebileceği öngörülürken, Danıştay İdari ve Vergi Dava Daireleri Kurulları kararlarına uyulmasının zorunlu olduğu belirtilmiş, Danıştay dava dairelerinin ilk derece mahkemesi olarak verdiği kararların temyizen bozulması halinde ise ısrar olanağı tanınmamıştır.

Bu nedenle, Danıştay idari Dava Daireleri Kurulunun bozma kararı üzerine yeniden bir karar verilmesi gerekmektedir. Uyuşmazlık konusu olayda, davacının vekil sıfatıyla bir başka avukata karşı takip ettiği davayı kendi barosuna bir yazı ile bildirmemesi suretiyle gerçekleşen eyleminin Türkiye Barolar Birliği Meslek Kurallarının 27/2. maddesine aykırılık oluşturduğundan bahisle davacı avukata uyarma cezası verilmesi üzerine bakılan dava açılmıştır. 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 110. maddesi uyarınca, Türkiye Barolar Birliği’nin; baroların çalışmalarını ortak amaca ulaşacak şekilde tasarlamak, mesleğin gelişmesini sağlamak, mensuplarının genel menfaatlerini ve mesleğin ahlak, düzen ve geleneklerini korumak, mensupları arasındaki meslek bağını kuvvetlendirmek gibi temel görevleri bulunmaktadır. 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun “Disiplin Cezalarının Uygulanacağı Haller” başlıklı 134. maddesinde; avukatlık onuruna, düzen ve gelenekleri ile meslek kurallarına uymayan eylem ve davranışlarda bulunanlarla, mesleki çalışmada görevlerini yapmayan veya görevinin gerektirdiği dürüstlüğe uygun şekilde davranmayanlar hakkında bu Kanunda yazılı disiplin cezalarının uygulanacağı belirtilmiş, “Avukatlık Meslek Kuralları”nın 27/2. maddesinde ise, “Bir avukat başka bir avukata karşı asil ya da vekil sıfatıyla takip edeceği davayı kendi barosuna bir yazı ile bildirir.”

hükmüne yer verilmiştir. Türkiye Barolar Birliği tarafından düzenlenen meslek kurallarının 27/2 maddesinde yer alan, “bir avukat başka bir avukata karşı asil ya da vekil sıfatıyla takip edeceği davayı kendi barosuna bir yazı ile bildirir.” kuralının, yukarıda sayılan görevleri yerine getirme amacına hizmet edecek nitelik taşımadığı ve bağımsız savunmayı serbestçe temsil eden avukatlığın amacı ile de bağdaşmadığı sonucuna ulaşılmış olup bu düzenlemenin hukuka aykırılığı ortaya konduğundan, söz konusu kurala aykırı davranıldığından bahisle ilgililerin disiplin hukuku açısından sorumluluklarının varlığından da bahsedilemeyeceği açıktır. Bu itibarla, dava konusu olayda, şikayetçi avukatın sanık sıfatıyla yargılandığı bir davada katılan vekili olarak davayı takip eden şikayet edilen avukatın, meslektaşı olan şikayetçi avukat hakkında açılan ceza davasını katılan vekili olarak takip etmesi nedeniyle bağlı bulunduğu baroya bildirimde bulunma zorunluluğunun bulunmaması karşısında, uyarma cezası verilmesine ilişkin işlemde de hukuka uyarlılık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, Türkiye Barolar Birliği Disiplin Kurulu’nun 18/02/2011 gün ve E:2010/620, K:2011/115 sayılı işlem ile bu işleme dayanak alınan Türkiye Barolar Birliği Meslek Kurallarının 27/2. maddesinin iptaline, aşağıda dökümü gösterilen 469,20TL ilk derece ve temyiz yargılama giderinin davalı idareden alınarak davacıya verilmesine, kullanılmayan posta avansının 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 333. maddesi uyarınca kararın kesinleşmesinden sonra davacıya iadesine, bu kararın tebliğ tarihini izleyen 30 (otuz) gün içerisinde Danıştay idari Dava Daireleri Kurulu’na temyiz yolu açık olmak üzere, 22/03/2017 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.


Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi
Başvuru No:2017/172 E. 2018/32 K.
Karar Tarihi: 28.03.2018
Konu: 22.12.2016 tarihli ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun 29. ve 30. maddelerinin Anayasa’nın 2., 13. ve 38. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptallerine karar verilmesi talebi.

ÖZET: Marka hakkına tecavüz suçundan sanığın cezalandırılması talebiyle açılan davada itiraz konusu kuralların Anayasa’ya aykırı olduğu kanısına varan Alanya 3. Asliye Ceza Mahkemesi (Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesi sıfatıyla) iptalleri için başvurmuştur.

KARAR: Kanun’un itiraz konusu 29. ve 30. maddeleri şöyledir:

“Marka hakkına tecavüz sayılan fiiller

Madde 29- (1) Aşağıdaki fiiller marka hakkına tecavüz sayılır:

a) Marka sahibinin izni olmaksızın, markayı 7 nci maddede belirtilen biçimlerde kullanmak.

b) Marka sahibinin izni olmaksızın, markayı veya ayırt edilemeyecek kadar benzerini kullanmak suretiyle markayı taklit etmek.

c) Markayı veya ayırt edilemeyecek kadar benzerini kullanmak suretiyle markanın taklit edildiğini bildiği veya bilmesi gerektiği hâlde tecavüz yoluyla kullanılan markayı taşıyan ürünleri satmak, dağıtmak, başka bir şekilde ticaret alanına çıkarmak, ithal işlemine tabi tutmak, ihraç etmek, ticari amaçla elde bulundurmak veya bu ürüne dair sözleşme yapmak için öneride bulunmak.

ç) Marka sahibi tarafından lisans yoluyla verilmiş hakları izinsiz genişletmek veya bu hakları üçüncü kişilere devretmek.

(2) 19 uncu maddenin ikinci fıkrası hükmü tecavüz davalarında def’i olarak ileri sürülebilir. Bu durumda kullanıma ilişkin beş yıllık sürenin belirlenmesinde dava tarihi esas alınır.”

“Marka hakkına tecavüze ilişkin cezai hükümler

Madde 30- (1) Başkasına ait marka hakkına iktibas veya iltibas suretiyle tecavüz ederek mal üreten veya hizmet sunan, satışa arz eden veya satan, ithal ya da ihraç eden, ticari amaçla satın alan, bulunduran, nakleden veya depolayan kişi bir yıldan üç yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır.

(2) Marka koruması olduğunu belirten işareti mal veya ambalaj üzerinden yetkisi olmadan kaldıran kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır.

(3) Yetkisi olmadığı hâlde başkasına ait marka hakkı üzerinde devretmek, lisans veya rehin vermek suretiyle tasarrufta bulunan kişi iki yıldan dört yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır.

(4) Bu maddede yer alan suçların bir tüzel kişinin faaliyeti çerçevesinde işlenmesi hâlinde ayrıca bunlara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur.

(5)Bu maddede yer alan suçlardan dolayı cezaya hükmedebilmek için markanın Türkiye’de tescilli olması şarttır.

(6) Bu maddede yer alan suçların soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlıdır.

(7) Başkasının hak sahibi olduğu marka taklit edilerek üretilmiş malı, satışa arz eden veya satan kişinin bu malı nereden temin ettiğini bildirmesi ve bu suretle üretenlerin ortaya çıkarılmasını ve üretilmiş mallara elkonulmasını sağlaması hâlinde hakkında cezaya hükmolunmaz.”

Anayasa’nın 152. ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 40. maddelerine göre, bir davaya bakmakta olan mahkeme, o dava sebebiyle uygulanacak bir kanunun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasa’ya aykırı görmesi hâlinde veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varması durumunda, bu hükmün iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurmaya yetkilidir. Ancak bu kurallar uyarınca bir mahkemenin Anayasa Mahkemesi'ne başvurabilmesi için elinde yöntemince açılmış ve mahkemenin görevine giren bir davanın bulunması, iptali istenen kuralın da o davada uygulanacak olması gerekir. Uygulanacak kural ise bakılmakta olan davanın değişik evrelerinde ortaya çıkan sorunların çözümünde veya davayı sonuçlandırmada olumlu ya da olumsuz yönde etki yapacak nitelikte bulunan kurallardır.

tiraz yoluna başvuran Mahkeme, 6769 sayılı Kanun’un 29. ve 30. maddelerinin iptallerini talep etmiştir. Kanun’un itiraz konusu 29. maddesinin (1) numaralı fıkrasında marka hakkına tecavüz teşkil eden fiiller farklı bentlerde ayrı ayrı gösterilmiş, (2) numaralı fıkrasında da marka hakkının tescil başvurusuna yönelik önceden yapılmış itirazların açılan tecavüz davalarında defi olarak ileri sürülebileceği hükme bağlanmıştır.

İtiraz yoluna başvuran Mahkemede bakılmakta olan dava, sanığın marka hakkına tecavüz sayılan fiillerden biri olan ve Kanun’un 29. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (c) bendinde tanımlanmış bulunan “Markayı veya ayırt edilemeyecek kadar benzerini kullanmak suretiyle markanın taklit edildiğini … bilmesi gerektiği hâlde tecavüz yoluyla kullanılan markayı taşıyan ürünleri satmak, … ticari amaçla elde bulundurmak” eylemine ilişkindir. Bu itibarla Kanun’un 29. maddesinin marka hakkına tecavüz sayılan diğer hâllerin düzenlendiği (1) numaralı fıkrasının (a), (b) ve (ç) bentleri ile (c) bendinde yer alan “…bildiği…”, “…dağıtmak, başka bir şekilde ticaret alanına çıkarmak, ithal işlemine tabi tutmak, ihraç etmek,…” ve “…veya bu ürüne dair sözleşme yapmak için öneride bulunmak.” ibarelerinin söz konusu davada uygulanma olanağı bulunmamaktadır. Bu nedenle anılan ibareler ve bentler yönünden başvurunun Mahkemenin yetkisizliği nedeniyle reddi gerekir.

Kanun’un itiraz konusu 29. maddesinin (1) numaralı fıkranın (c) bendinin kalan bölümünde yer alan ve marka hakkına tecavüz olarak belirtilen eylemlerin ise uyuşmazlığa konu markanın taklit edildiğinin fail tarafından bilindiği hâl ile bilinmesi gerektiği hâl yönünden geçerli ortak kural niteliği taşıması nedeniyle bu bölüme ilişkin esas incelemenin bakılmakta olan davanın konusunun gözetilerek “…veya bilmesi gerektiği…” ibaresi ile sınırlı olarak yapılması gerekir.

Öte yandan itiraz yoluna başvuran Mahkemede görülmekte olan davada tecavüz konusu olduğu iddia edilen markanın tescil başvurusuna yönelik sanığın herhangi bir itirazının da bulunmaması nedeniyle marka hakkının tesciline ilişkin yapılmış itirazların tecavüz davalarında defi olarak ileri sürülebilmesini öngören Kanun’un 29. maddesinin (2) numaralı fıkrasının da uyuşmazlıkta uygulanma olanağı bulunmamaktadır. Bu nedenle anılan fıkra yönünden de başvurunun Mahkemenin yetkisizliği nedeniyle reddi gerekir.

Kanun’un itiraz konusu 30. maddesinin (1), (2) ve (3) numaralı fıkrasında ise marka hakkına tecavüze ilişkin cezai hükümlere yer verilmiş, (4) numaralı fıkrasında marka hakkına tecavüz suçlarının bir tüzel kişinin faaliyeti çerçevesinde işlenmesi hâli düzenlenmiştir.

Bakılmakta olan davada isnat edilen suç, bir tüzel kişinin faaliyeti çerçevesinde işlenmemiş olup sanığın Kanun’un 30. maddesinin (1) numaralı fıkrasında yer alan “Başkasına ait marka hakkına iktibas veya iltibas suretiyle tecavüz ederek mal … satışa arz eden veya satan, … ticari amaçla satın alan, bulunduran, … veya depolayan kişi bir yıldan üç yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır.” biçimindeki hüküm uyarınca cezalandırılması talep edilmektedir. Bu itibarla (1) numaralı fıkrada cezalandırmayı gerektiren diğer eylemlere ilişkin bulunan “…üreten veya hizmet sunan,…”, “…ithal ya da ihraç eden,…” ve “…,nakleden…” ibareleri ile marka hakkına tecavüze ilişkin diğer cezai hükümlerin düzenlendiği 30. maddenin (2), (3) ve (4) numaralı fıkralarının somut uyuşmazlıkta uygulanma olanağı bulunmamaktadır. Bu nedenle anılan ibareler ve fıkralar yönünden başvurunun Mahkemenin yetkisizliği nedeniyle reddi gerekir.

İtiraz konusu (1) numaralı fıkranın kalan bölümünde öngörülen cezanın ise marka hakkına tecavüz olarak aynı fıkrada belirtilen tüm eylemler yönünden geçerli ortak kural niteliği taşıması nedeniyle bu bölüme ilişkin esas incelemenin bakılmakta olan davanın konusu gözetilerek “…satışa arz eden veya satan,…”, “…ticari amaçla satın alan, bulunduran,…” ve “… veya depolayan…” ibareleriyle ile sınırlı olarak yapılması gerekir.

Diğer yandan 6216 sayılı Kanun’un 40. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendinde, bir davaya bakmakta olan mahkemenin bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasa’ya aykırı görmesi hâlinde veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varması durumunda iptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarının açıklanması gerektiği belirtilmiş ve anılan maddenin (4) numaralı fıkrasında ise açık bir şekilde dayanaktan yoksun veya yöntemine uygun olmayan itiraz başvurularının Anayasa Mahkemesi tarafından esas incelemeye geçilmeksizin gerekçeleriyle reddedileceği hükme bağlanmıştır.

Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 46. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendinde de itiraz yoluna başvuran Mahkemenin gerekçeli kararında, Anayasa’ya aykırılıkları ileri sürülen hükümlerin her birinin Anayasa’nın hangi maddelerine, hangi nedenlerle aykırı olduğunun ayrı ayrı ve gerekçeleriyle birlikte açıkça gösterilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Yine İçtüzüğün 49. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinde de Anayasa Mahkemesince yapılan ilk incelemede, başvuruda eksikliklerin bulunduğu tespit edilirse itiraz yoluna ilişkin işlerde esas incelemeye geçilmeksizin başvurunun reddine karar verileceği; (2) numaralı fıkrasında ise anılan (b) bendi uyarınca verilen kararın itiraz yoluna başvuran Mahkemenin eksiklikleri tamamlayarak yeniden başvurmasına engel olmadığı belirtilmiştir.

Yapılan incelemede, itiraz yoluna başvuran Mahkeme tarafından Kanun’un 30. maddesinin (5), (6) ve (7) numaralı fıkralarının hangi nedenlerle Anayasa’nın 2., 13. ve 38. maddelerine aykırı olduğunun ayrı ayrı ve gerekçeleriyle birlikte açıkça gösterilmediği anlaşılmıştır.

Buna göre 6216 sayılı Kanun’un 40. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 46. maddesinin (1) numaralı fıkrasına aykırı olduğu anlaşılan, Kanun’un 30. maddesinin (5), (6) ve (7) numaralı fıkralarına yönelik itiraz başvurusunun, 6216 sayılı Kanun’un 40. maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince yöntemine uygun olmadığından esas incelemeye geçilmeksizin reddi gerekir.

Açıklanan nedenlerle 22.12.2016 tarihli ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun 29. maddesinin; (1) numaralı fıkrasının (a), (b) ve (ç) bentlerinin, (c) bendinde yer alan “…bildiği…”, “…dağıtmak, başka bir şekilde ticaret alanına çıkarmak, ithal işlemine tabi tutmak, ihraç etmek,…” ve “…veya bu ürüne dair sözleşme yapmak için öneride bulunmak.” ibareleri ile (2) numaralı fıkrasının itiraz başvurusunda bulunan Mahkemenin bakmakta olduğu davada uygulanma olanağı bulunmadığından, başvurunun Mahkemenin yetkisizliği nedeniyle REDDİNE; (1) numaralı fıkrasının (c) bendinin kalan bölümünün esasının incelenmesine, esasa ilişkin incelemenin “…veya bilmesi gerektiği…” ibaresi ile sınırlı olarak yapılmasına,

30. maddesinin; (1) numaralı fıkrasında yer alan “…üreten veya hizmet sunan,…”, “…ithal ya da ihraç eden,…” ve “…,nakleden…”ibareleri ile (2), (3) ve (4) numaralı fıkralarının itiraz başvurusunda bulunan Mahkemenin bakmakta olduğu davada uygulanma olanağı bulunmadığından, başvurunun Mahkemenin yetkisizliği nedeniyle REDDİNE; (5), (6) ve (7) numaralı fıkralarına yönelik başvurunun, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 40. maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince yöntemine uygun olmadığından, esas incelemeye geçilmeksizin REDDİNE; (1) numaralı fıkrasının kalan bölümünün esasının incelenmesine, esasa ilişkin incelemenin “…satışa arz eden veya satan,…”, “…ticari amaçla satın alan, bulunduran,…” ve “…veya depolayan…” ibareleriyle sınırlı olarak yapılmasına, OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.

Başvuru kararı ve ekleri, işin esasına ilişkin rapor, itiraz konusu kanun hükümleri, dayanılan Anayasa kuralları ve bunların gerekçeleri ile diğer yasama belgeleri okunup incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü: Başvuru kararında özetle; marka hakkına yönelik tecavüz fiillerinin hukuki yaptırımlarla önlenebileceği, anılan fiillerin suç olarak düzenlenmesinin adil olmadığı, suça bağlanan yaptırımın ölçülü olmadığı, bu durumun ceza hukukunun “ikincilik” özelliğiyle de bağdaşmadığı, iltibas suretiyle marka hakkına tecavüzün suç olarak düzenlenmesinin her bir mahkeme tarafından subjektif değerlendirmelerin yapılmasına ve farklı sonuçlara ulaşılmasına yol açacağı, taklit edildiğini bilmesi gerektiği hâlde tecavüz yoluyla başkasına ait markayı taşıyan ürünleri satan veya ticari amaçla elinde bulunduran kişilerin cezalandırılmasında kasıt unsurunun gerçekleşip gerçekleşmediğinin tespitinde tereddütlere neden olduğu, belirlilik ile suç ve cezaların kanuniliği ilkelerinin ihlal edildiği belirtilerek kuralların Anayasa’nın 2., 13. ve 38. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

Kanun’un itiraz konusu kuralı içeren 29. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (c) bendinde, markayı veya ayırt edilemeyecek kadar benzerini kullanmak suretiyle markanın taklit edildiğini bildiği veya bilmesi gerektiği hâlde tecavüz yoluyla kullanılan markayı taşıyan ürünleri satmanın, dağıtmanın, başka bir şekilde ticaret alanına çıkarmanın, ithal işlemine tabi tutmanın, ihraç etmenin, ticari amaçla elde bulundurmanın veya bu ürüne dair sözleşme yapmak için öneride bulunmanın marka hakkına tecavüz sayılan fiiller olduğu öngörülmektedir. İtiraz konusu kural söz konusu bentte yer alan “…veya bilmesi gerektiği…” ibaresidir.

Kanun’un itiraz konusu diğer kuralı içeren 30. maddesinin (1) numaralı fıkrasında da başkasına ait marka hakkına iktibas veya iltibas suretiyle tecavüz ederek mal üreten veya hizmet sunan, satışa arz eden veya satan, ithal ya da ihraç eden, ticari amaçla satın alan, bulunduran, nakleden veya depolayan kişinin bir yıldan üç yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılacağı hükme bağlanmıştır. İtiraz konusu diğer kural söz konusu fıkrada yer alan “…satışa arz eden veya satan,…”, “…ticari amaçla satın alan, bulunduran,…” ve “…veya depolayan…” ibareleridir.

Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti, bir hukuk devleti olarak nitelendirilmiştir. Hukuk devletinin temel unsurlarından biri de “belirlilik” ilkesidir. Bu ilkeye göre; yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, kanundan belirli bir kesinlik içinde hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını bilmelidir. Birey ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlayabilir.

Hukuki güvenlik ve belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi; hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.

Belirlilik ilkesi ise yalnızca yasal belirliliği değil daha geniş anlamda hukuki belirliliği de ifade etmektedir. Yasal düzenlemeye dayanarak erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir olma gibi niteliklere ilişkin gereklilikleri karşılaması koşuluyla mahkeme içtihatları ve yürütmenin düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik sağlanabilir. Hukuki belirlilik ilkesinde asıl olan, bir hukuk normunun uygulanmasıyla ortaya çıkacak sonuçların o hukuk düzeninde öngörülebilir olmasıdır.

Anayasa’nın 38. maddesinin birinci fıkrasında,"Kimse, ...kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz." denilerek "suçun kanuniliği", üçüncü fıkrasında da "Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur." denilerek "cezanın kanuniliği" ilkesi getirilmiştir. Anayasa’da öngörülen suçta ve cezada kanunilik ilkesi, ceza hukukunun da temel ilkelerinden birini oluşturmaktadır. Suçta ve cezada kanunilik ilkesi uyarınca, hangi fiillerin suç sayıldığının ve bu fiillere verilecek cezaların hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde kanunda gösterilmesi; kuralın açık, anlaşılır ve sınırlarının belli olması gerekmektedir.

İtiraz konusu “…veya bilmesi gerektiği…” ibaresi uyarınca markayı veya ayırt edilemeyecek kadar benzerini kullanmak suretiyle markanın taklit edildiğini bilmesi gerektiği hâlde tecavüz yoluyla kullanılan markayı taşıyan ürünleri satmak ve ticari amaçla elde bulundurmak marka hakkına tecavüz sayılan bir fiil olarak öngörülmüştür. İtiraz konusu “…satışa arz eden veya satan,…”, “…ticari amaçla satın alan, bulunduran,…” ve “…veya depolayan…” ibareleriyle de başkasına ait marka hakkına iktibas veya iltibas suretiyle tecavüz ederek mal satışa arz etmek, satmak, ticari amaçla satın almak, bulundurmak veya depolamak fiilleri suç olarak düzenlenmiş ve bu suçu işleyenlerin bir yıldan üç yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılacağı hükme bağlanmıştır. Böylece kanun koyucu bazı fiilleri markaya tecavüz niteliğinde kabul etmek suretiyle marka hakkını bu fiillere karşı hukuki koruma altına almış iken birtakım tecavüz eylemleri yönünden ise hukuki korumayla yetinmeyerek bu tecavüz eylemlerini suç olarak düzenlemiş ve marka hakkına cezai koruma da öngörmüştür.

Anayasa’nın 35. maddesinde "Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir…" denilmektedir. Mülkiyet hakkının devlete birtakım pozitif yükümlülükler yüklediği hususu Anayasa’nın 35. maddesinin lafzında açık bir biçimde düzenlenmemiş ise de bu hakkın sadece devlete atfedilebilen müdahalelere yönelik sınırlamalar getirdiği, bireyi üçüncü kişilerin müdahalelerine karşı korumasız bıraktığı düşünülemez. Pozitif yükümlülüklerin ortaya çıkmasının nedeni "gerçek anlamda koruma" sağlamasıdır. Temel hak ve özgürlüklerin sadece devletin negatif müdahaleleri yönünden korunması, kişileri üçüncü kişilerin eylemleri yönünden korumasız bırakacaktır. Bu durum iseAnayasa’nın ilgili maddelerinde sağlanan güvencelerin etkisiz hâle gelmesine yol açabilecektir.

Ayrıca Anayasa’nın bir bütün olarak yorumlanması durumunda mülkiyet hakkının bireylerin müdahalelerine karşı devletten korunma talep etmeyi de kapsadığı sonucuna ulaşılması kaçınılmazdır. Anayasa’nın 5. maddesinde kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya çalışmak, devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Kişilerin refah, huzur ve mutluluğunu sağlama ve onların hak ve özgürlüklerini sınırlayan kısıtlamaları kaldırmaya çalışma ödevi, devletin mülkiyet hakkına yönelik bireyler arasında gerçekleşen ihlalleri önlemek hususunda tedbirler almasını zorunlu kılmaktadır.

Mülkiyet hakkının konusunu maddi ve gayrimaddi mallar oluşturmaktadır. Taşınır ve taşınmaz mallar maddi mallar kapsamında iken fikrî ve sınai mülkiyet hakları gayrimaddi mallar kapsamında bulunmaktadır. Bir markanın sahibine sağladığı haklar ise "marka hakkı" olarak adlandırılmakta ve marka hakkı, fikrî ve sınai mülkiyet hakkı kapsamında yer almaktadır. Bu nedenle marka hakkının etkili biçimde korunmasına yönelik tedbirlerin alınması, Anayasa’nın 35. maddesiyle devlete yüklenmiş olan bireylerin mülkiyet hakkına üçüncü kişilerden gelebilecek müdahaleleri önleme şeklindeki pozitif yükümlülüğün gereğidir.

6769 sayılı Kanun’un 4. maddesine göre marka; bir işletmenin mal veya hizmetlerini bir başka işletmenin mal veya hizmetlerinden ayırt etmeyi sağlaması ve sahibine sağlanan korumanın konusunun açık ve kesin olarak anlaşılmasını sağlayabilecek şekilde sicilde gösterilebilir olması koşuluyla kişi adları dâhil sözcükler, şekiller, renkler, harfler, sayılar, sesler, malların veya ambalajlarının biçimi olmak üzere her tür işaretten oluşabilir.

Bu tanım ışığında markanın tekliği, ayırt ediciliği, taklit edilememe ve belli ölçüde garanti sunma işlevine sahip olabilmesi üçüncü kişilerin markadan bekledikleri temel özelliklerdir.

Mülkiyet hakkının konusunu oluşturan marka hakkının hangi usul ve yöntemle korunacağını belirleme konusunda kanun koyucunun takdir yetkisi bulunmaktadır. Bu takdir yetkisi kapsamında kanun koyucu, izlediği suç politikası gereği bazı eylemleri ceza hukuku alanından çıkarıp yalnızca haksız fiil olarak düzenleyebileceği gibi korudukları hukuki yararları ve neden olduğu sonuçları esas alarak birtakım eylemleri haksız fiilin ötesinde suç olarak düzenleyebilir ve farklı yaptırımlara tabi kılabilir. Kanun koyucunun bu konudaki tercih ve takdirinin yerindeliğinin incelenmesi, anayasal denetimin kapsamı dışında kalmaktadır. Bu itibarla itiraz konusu kurallar uyarınca marka hakkına tecavüz eylemlerinin bir kısmının sadece haksız fiil olarak düzenlenmesinde, bir kısmının ise suç sayılmasında Anayasa’ya aykırı bir yön bulunmamaktadır.

Öte yandan itiraz konusu kurallar incelendiğinde hangi fiillerin marka hakkına tecavüz sayılacağı, hangi fiillerin suç teşkil edeceği, hangi yaptırımın uygulanacağı hususlarının ayrıntılı olarak düzenlendiği anlaşılmaktadır. Buna göre markanın taklit edildiğini bilmesi gerektiği hâlde tecavüz yoluyla kullanılan markayı taşıyan ürünleri satmak ve ticari amaçla elde bulundurmak marka hakkına tecavüz sayılan bir fiili oluşturmakta iken başkasına ait marka hakkına iktibas veya iltibas suretiyle tecavüz ederek mal satışa arz etmek, satmak, ticari amaçla satın almak, bulundurmak veya depolamak fiilleri suç teşkil etmekte ve bu suçu işleyenler bir yıldan üç yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılmaktadır. Marka hakkına tecavüz edilen kişinin mahkemeye yöneltebileceği talepler Kanun’un 149. maddesinde, açabileceği hukuk davası ise 150. maddesinde açıkça düzenlenmiştir. Bu nedenlerle itiraz konusu kurallarla hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal veya cezai yaptırımın ya da sonucun bağlandığı, uygulanacak yaptırım ve cezanın miktarı ve türü açıkça ortaya konulduğundan kurallarda hukuki belirsizlik söz konusu olmadığı gibi suçların ve cezaların kanuniliği ilkesine de aykırılık bulunmamaktadır.

Marka hakkına iltibas suretiyle tecavüz ederek bir malı “…satışa arz eden veya satan,…”, “…ticari amaçla satın alan, bulunduran,…” ve “…veya depolayan…” kişinin cezalandırılmasını öngören Kanun’un 30. maddesinin (1) numaralı fıkrasında yer alan “…iltibas…” kavramı, genel bir kavram olmakla birlikte belirsiz ve öngörülemez nitelikte değildir. Madde gerekçesinde “karıştırılma ihtimali”olarak tanımlanmış anılan kavramın hukuki niteliği ve objektif anlamı, mahkemelerin içtihatlarıyla belirlenebilecek durumdadır. Bu yönüyle kuralların belirsiz olduğu söylenemez.

Bununla birlikte hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesi uyarınca düzenlemelerde öngörülen yaptırım, insan onuruna aykırı bulunmamalı ve suçla yaptırım arasında bir ölçüsüzlüğe yol açmamalıdır. Ölçülülük ilkesi “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. “Elverişlilik”, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, “gereklilik” başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını, “orantılılık” ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Bir kuralda öngörülen düzenleme ile ulaşılmak istenen amaç arasında da “ölçülülük ilkesi” gereğince makul bir dengenin bulunması zorunludur.

Kanun’un 30. maddesinin (6) numaralı fıkrasına göre marka hakkına tecavüz suçunun soruşturulması ve kovuşturulmasının şikâyete bağlı olduğu; (7) numaralı fıkrasında başkasının hak sahibi olduğu markanın taklit edilerek üretilmiş malı, satışa arz eden veya satan kişinin bu malı nereden temin ettiğini bildirmesi ve bu suretle üretenlerin ortaya çıkarılmasını ve üretilmiş mallara el konulmasını sağlaması hâlinde hakkında cezaya hükmolunmayacağı belirtilmek suretiyle aktif pişmanlık nedenine yer verildiği, suçun hukuki konusu doğrultusunda suça bağlanan yaptırımın türünün ve miktarının ulaşılmak istenen amaç için elverişli ve gerekli olduğu, amaç ve araç arasında makul ve uygun bir ilişki kurulduğu gözetildiğinde suç olarak öngörülmüş itiraz konusu kurallara bağlanan yaptırımın ölçülü olmadığı söylenemez.

Diğer yandan itiraz konusu “…veya bilmesi gerektiği…” ibaresinin kasıt unsurunun varlığının tespitinde tereddütlere neden olduğu ileri sürülmüş ise de marka hakkına tecavüz suçunun manevi unsurunun somut olayda gerçekleşip gerçekleşmediğine ilişkin değerlendirmenin yargılamayı gerçekleştiren ceza mahkemesi tarafından ceza hukukunun genel hükümlerine göre yapılacak olması ve anılan itiraz konusu kuralın da bu genel hükümlerden ayrılmayı gerektirmemesi karşısında söz konusu iddia yerinde görülmemiştir.

Açıklanan nedenlerle kurallar Anayasa’nın 2. ve 38. maddelerine aykırı değildir. İtirazın reddi gerekir. Kuralların Anayasa’nın 13. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.

22.12.2016 tarihli ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun 29. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (c) bendinde yer alan “…veya bilmesi gerektiği…” ibaresi ile 30. maddesinin (1) numaralı fıkrasında yer alan “…satışa arz eden veya satan,…”, “…ticari amaçla satın alan, bulunduran,…” ve “…veya depolayan…” ibarelerinin Anayasa’ya aykırı olmadıklarına ve itirazın REDDİNE, 28.3.2018 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.


BaroKart Blog'da bulunan Yüksek Mahkeme Kararları yargitay.gov.tr, danistay.gov.tr, anayasa.gov.tr resmi internet sitelerinden alınmıştır.

Nasıl TL Yüklenir?

BaroKart'ınıza TL Yükle sayfasından yükleme yapabilirsiniz.
TL yüklemek için tıklayınız.