img

 

img img
HAFTANIN YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi
2016/10735 E. 2018/1343 K.
K.Tarihi ​22/02/2018

Yargıtay 11. Ceza Dairesi
2018/808 E. 2018/794 K
K.Tarihi: 05.02.2018

Danıştay 15. Dairesi
2017/634 E. 2018/2043 K
K.Tarihi 22.02.2018

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu
Başvuru Numarası:​ 2014/5761
Karar Tarihi:10/5/2018

Yargıtay 11. Hukuk Dairesi
2016/10735 E. 2018/1343 K.
K. Tarihi: 22/02/2018
Mahkeme: Ticaret Mahkemesi
Konu : Haksız Rekabet

Özet: Şikayet ve başvuru haklarını kullanan davalının iddia edilen beyan ve eylemleri, TTK'nin 55.1.a.1 kapsamında yanlış, yanıltıcı veya gereksiz yere incitici mahiyette olmadığı gibi, TTK'nin 55/1.b.1 anlamında da müşterilerle kendisinin bizzat sözleşme yapabilmesi için, onları başkalarıyla yapmış oldukları sözleşmelere aykırı davranmaya yöneltmek mahiyetinde de sayılamayacağı ve bu itibarla haksız rekabet teşkil etmeyeceği nazara alınmaksızın yanılgılı değerlendirmeye dayalı, yazılı şekilde hüküm tesisi doğru olmamış, bozmayı gerektirmiştir.

Karar: Davacı vekili, davalının 2008 yılından itibaren müvekkili hakkında gerçeğe aykırı beyanlarda bulunarak müvekkilini kötülediğini, sigorta şirketlerini müvekkili ile sözleşmelerini sona erdirerek kendisiyle sözleşme yapmaya zorladığını, sigorta şirketlerine ihtarname göndererek kendileri ile sözleşme yapmayan şirketleri rekabet kuruluna şikayet edeceğini beyan ettiğini ve şikayette de bulunduğunu ancak, gerek diğer idari kurumlara gerekse de rekabet kuruluna yapılan şikayetlerin reddedildiğini, karara itirazedilmesi üzerine kurul kararının sadece ilgili ürün pazarının tespiti yönünden bozulmasına rağmen davalının müvekkilinin çalıştığı ve çalışma ihtimali olan şirketlere yazılar göndererek gerçeğe aykırı beyanlarda bulunarak müvekkilini kötülediğini, sigorta şirketlerini müvekkili ile sözleşmelerini sona erdirerek kendisi ile sözleşme yapmaya zorladığını, davalının eylemlerinin haksız rekabet teşkil ettiğini ve müvekkilini zarara uğrattığını ileri sürerek, haksız rekabetin tespiti, men’i ile fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla şimdilik 5.000,00 TL maddi ve 10.000,00 TL manevi tazminata haksız fiil tarihinden itibaren avans faiziyle davalıdan tahsili ile hükmün ilanını talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, zamanaşımı def’inde bulunmuş, müvekkilinin haksız rekabet teşkil eden bir eyleminin bulunmadığını, yasal haklarını kullandığını, gönderilen ve bilgilendirme amacı taşıyan yazıların hukuka aykırı olmadığını, davacıyı kötüleyen bir yanı da bulunmadığını savunarak, davanın usul ve esastan reddini istemiştir.

Mahkemece iddia, savunma, toplanılan deliller, bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamına göre, davalının hem davacı hem de sigorta şirketlerine benzer mahiyette ihtarnameler çektiği, davacıya ait malları ve işürünlerini, faaliyetlerini veya ticari işlemlerini yanlış ,yanıltıcı veya gereksiz yere incitici açıklamalarla kötülediği, bu suretle üçüncü şahıslarla davacı arasında olan sözleşmeleri sona erdirmeye ve kendisi sözleşme imzalamaya çalıştığı, davalının bu eylemlerinin haksız rekabet oluşturduğu, maddi zararın miktarı tespit edilemediğinden ve davacı tarafça talep edilen maddi tazminat olayın oluş şekli, zarar görenin zararı gidermek için yapabileceği ve alabileceği önlemler nazara alındığında makul olduğu, davalının eylemleri nedeniyle davacının imajının bozulduğu ve manevi zarara uğradığı gerekçesiyle, davanın kısmen kabulü ile, davalının davacıyı,davacıya ait ürünlerini, mallarını faaliyetlerini veya ticari işlerini yanlış, yanıltıcı ve gereksiz yere incitici açıklamalarla, kötülemek ve üçüncü kişiler üzerinde sözleşmeleri sona erdirmeye yönelik eylemlerde bulunmak suretiyle, haksız rekabette bulunduğunun tespiti ile men’ine, 5.000,00 TL maddi tazminat ile 5.000,00 TL manevi tazminatın dava tarihinden itibaren avans faiziyle davalıdan tahsiline ve hükmün ilanına karar verilmiştir. Kararı, davalı vekili ile katılma yoluyla davacı vekili temyiz etmiştir.

1- Davalı vekilinin temyiz dilekçesinin davacı vekiline 18/04/2016 tarihinde tebliğ edildiği, davacı vekili tarafından 29.4.2016 tarihli katılma yoluyla temyiz dilekçesi ibraz edildiği, temyiz harcının da aynı tarihte yatırıldığı anlaşılmıştır. HUMK 432/4'ncü maddesine göre, süresinden sonra yapılan temyiz istemleri hakkında mahkemece bir karar verilebileceği gibi, 01.06.1990 gün, 3-4 sayılı İBK uyarınca Yargıtayca da bu konuda bir karar verebileceğinden davacı vekilinin katılma yoluyla temyiz isteminin süre yönünden reddine karar vermek gerekmiştir.

2- Davalı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine gelince ise; Dava, haksız rekabetin tespiti, men'i ile maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir. Mahkemece yukarıda da özetlendiği şekilde davalının eyleminin haksız rekabet teşkil ettiğinden bahisle haksız rekabetin tespiti ile maddi ve manevi tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmiştir.

6102 sayılı TTK'nin 55. maddesinde haksız rekabet teşkil eden haller sayılmış olup, 55/1.a.1. maddesinde ''Başkalarını veya onların mallarını, iş ürünlerini, fiyatlarını, faaliyetlerini veya ticari işlerini yanlış, yanıltıcı veya gereksiz yere incitici açıklamalarla kötülemek'', 55/1.b.1 maddesinde de ''Müşterilerle kendisinin bizzat sözleşme yapabilmesi için, onları başkalarıyla yapmış oldukları sözleşmelere aykırı davranmaya yöneltmek'' eylemleri haksız rekabet olarak kabul edilmiştir. Davacı tarafça, davalının kendisini, hakim durumu yıllardır kötüye kullanarak ilgili hukuk ve yasa normlarını çiğnediği gibi gerçeğeaykırıifadelerlekötülediği, müşterilerini yanıltmaya çalıştığı, sigorta şirketlerini akdedilen sözleşmeleri sona erdirerek kendisi ile sözleşme yapmaya zorladığı, çeşitli kurumlara şikayetlerde bulunduğu, sektörde faaliyette bulunan tüm sigorta şirketlerine yazılar göndererek kendisi ve sigorta şirketlerinin rekabete aykırı hareket ettikleri venbunun yargı kararıyla sabit olduğu yönünde gerçeğe aykırı beyanlarda bulunduğu, tazminat davaları açılacağına dair tehditkari fadeler kullandığı iddiası ile açılan işbu davada, mahkemece benimsenen bilirkişi raporu doğrultusunda, davalının hem davacı şirkete hem de sigorta şirketlerine benzer mahiyette ihtarnameler çektiği, bu suretle davacıya ait malları ve iş ürünlerini kötülediği, üçüncü şahıslarla davacı arasındaki sözleşmeleri sona erdirerek kendisinin üçüncü şahıslarla sözleşme imzalamaya çalıştığı, davalının işbu eylemlerinin haksız rekabet teşkil ettiği kabul edilerek hüküm tesisi cihetine gidilmiş ise de, şikayet ve başvuru haklarını kullanan davalının iddia edilen beyan ve eylemleri, TTK'nin 55.1.a.1 kapsamında yanlış, yanıltıcı veya gereksiz yere incitici mahiyette olmadığı gibi, TTK'nin 55/1.b.1 anlamında da müşterilerle kendisinin bizzat sözleşme yapabilmesi için, onları başkalarıyla yapmış oldukları sözleşmelere aykırı davranmaya yöneltmek mahiyetinde de sayılamayacağı ve bu itibarla haksız rekabet teşkil etmeyeceği nazara alınmaksızın yanılgılı değerlendirmeye dayalı, yazılı şekilde hüküm tesisi doğru olmamış, bozmayı gerektirmiştir.


Yargıtay 11. Ceza Dairesi
2018/808 E. 2018/794 K
K. Tarihi: 05.02.2018
Mahkeme: Asliye Ceza Mahkemesi
Konu: Resmi belgenin düzenlenmesinde yalan beyan

Özet: Emniyet görevlileri tarafından hareketlerinden şüphelenilen sanığın durdurularak kimlik kontrolü yapıldığı esnada, hakkında mevcut bulunan yakalama kararlarının infazını engellemek amacıyla, görevlilere ağabeyinin kimlik bilgilerini beyan ettiği, ancak görevlilerce herhangi bir resmi belge düzenlenmeksizin gerçek kimlik bilgilerinin tespit edildiği, sanığın eyleminin bu haliyle Kabahatler Kanunu'nun 40. maddesi kapsamında kaldığı, 5237 sayılı TCK’nın 206. maddesinde düzenlenen suçun unsurları itibarıyla oluşmadığı anlaşılmıştır.

Karar: Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’nün kanun yararına bozma istemine atfen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen ihbarnamesi ile Resmi belgenin düzenlenmesinde yalan beyan suçundan sanığın, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 206. maddesi uyarınca 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına dair Asliye Ceza Mahkemesi kararının “Bir başka suçtan aranmakta olan sanığın, polisler tarafından yakalandığında üzerinde kendi fotoğrafının yapıştırılmış olduğu abisi adına düzenlenmiş nüfus cüzdanını sunduğu; ancak kollukça yapılan inceleme ve araştırma sonucunda herhangi bir tutanak düzenlenmeden gerçek kimliğinin saptandığının anlaşılması, sanığın karakoldaki ifadesinin de gerçek kimlik bilgilerine göre alınmış olması karşısında,sanığa atılı 5237 sayılı Kanun'un 206. maddesinde düzenlenen resmi belgenin düzenlenmesinde yalan beyan suçunun oluşmayacağı, eylemin 5326 sayılı Kabahatler Kanunu'nun 40/1. maddesi kapsamında idari para cezası yaptırımını gerektiren kabahat olarak nitelendirilmesi gerektiği gözetilmeden, yazılı şekilde karar verilmesinde isabet görülmediğinden” bahisle 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 309. maddesi uyarınca, bozulması istenilmiş olmakla,

Dosya incelendi, gereği görüşüldü: İncelenen dosyaya göre; resmi belgenin düzenlenmesinde yalan beyan suçunun oluşabilmesi için, kişinin açıklamaları üzerine yetkili bir kamu görevlisi tarafından resmi bir belgenin düzenlenmesi ve düzenlenen resmi belgenin, beyanın doğruluğunu ispat edici bir güce sahip olması gerekir.

Yalan beyanın tek başına kanıtlama gücünün bulunmadığı, bu beyana rağmen görevlinin, beyan edilen hususların doğruluğunu araştırıp da belgeyi sonra düzenlemesinin gerekli olduğu hallerde, belgeye dayanak oluşturan bilgi yalan beyan olmayıp görevlinin araştırması sonucu ulaştığı bilgi olduğundan, yine beyan olunan bilgiler ilgili memur ya da makamın başkaca araştırma yapmasını, belge incelemesini gerektirirse veya yalan beyan üzerine memurun kandırılamaması neticesinde doğru şekilde belge oluşturulması durumunda anılan suçun oluşmayacağı açıktır.

5326 sayılı Kabahatler Kanunu’nun "Kimliği bildirmeme" başlığını taşıyan 40. maddesinin birinci fıkrası "Görevle bağlantılı olarak sorulması halinde kamu görevlisine kimliği veya adresiyle ilgili bilgi vermekten kaçınan veya gerçeğe aykırı beyanda bulunan kişiye, bu görevli tarafından Elli Türk Lirası idari para cezası verilir.", 2. fıkrası ise "... bu kişi kimliği açık bir şekilde anlaşılıncaya kadar gözaltına alınır ve gerekirse tutuklanır." hükmünü taşımakta olup, bu kabahat fiili ile 5237 sayılı TCK’nın 206. maddesinde düzenlenen suç arasındaki fark, beyanın resmi belge düzenlenmesi sırasında yapılıp yapılmadığıdır. Kamu görevlisinin görevi nedeniyle resmi belge düzenlediği sırada yalan beyanda bulunulması halinde TCK'nın 206. maddesi uygulanacaktır.

Kamu görevlisi tarafından göreviyle bağlantılı olarak sorulması durumunda, kimlik bilgileri hakkında gerçeğe aykırı beyanda bulunulması veya kimlik ve adresle ilgili bilgi vermekten kaçınılması halinde Kabahatler Kanunu'nun 40/1. maddesi uyarınca idari para cezası verilmesi gerekmektedir.

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde emniyet görevlileri tarafından hareketlerinden şüphelenilen sanığın durdurularak kimlik kontrolü yapıldığı esnada, hakkında mevcut bulunan yakalama kararlarının infazını engellemek amacıyla, görevlilere ağabeyinin kimlik bilgilerini beyan ettiği, ancak görevlilerce herhangi bir resmi belge düzenlenmeksizin gerçek kimlik bilgilerinin tespit edildiği, sanığın eyleminin bu haliyle Kabahatler Kanunu'nun 40. maddesi kapsamında kaldığı, 5237 sayılı TCK’nın 206. maddesinde düzenlenen suçun unsurları itibarıyla oluşmadığı anlaşılmakla, Kanun Yararına Bozma istemine atfen düzenlenen ihbarnamedeki düşünce yerinde görüldüğünden, Asliye Ceza Mahkemesi hükmünün, 5371 sayılı CMK'nın 309. maddesi uyarınca bozulmasına bu konuda CMK'nın 309/4-d. maddesi gereğince karar verilmesi mümkün olduğundan,sanığın eylemine uyan 5326 sayılı Kanun‘un 40/1. fıkrası uyarınca 105 TL idari para cezası ile cezalandırılmasına infazın bu ceza üzerinden yerine getirilmesine, müteakip işlemlerin mahallinde yapılmasına, dosyanın mahalline iadesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına İADESİNE, 05.02.2018 tarihinde oy birliği ile karar verildi.


Danıştay 15. Daire
2017/634 E. 2018/2043 K​
K. Tarihi: 22.02.2018
Mahkeme: İdare Mahkemesi
KONU: Davalı idarenin hizmet kusurunun bulunduğundan bahisle uğranıldığı öne sürülen maddi zararın tazmini talebidir.

Özet: ​Maddi ve manevi tazminat istemli olarak açılan ve davanın kısmen kabulü ve kısmen reddine karar verilen uyuşmazlıkta, İdare Mahkemesince reddedilen maddi ve manevi tazminat istemleri bakımından davalı idare lehine ayrı ayrı ve nispi vekalet ücretine hükmedilmesi, bununla birlikte reddedilen manevi tazminat bakımından hükmedilecek vekalet ücretinin Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 10.maddesinin 2.fıkrası gereği davacı vekili lehine belirlenen ücreti geçmeyecek biçimde belirlenmesi, reddedilen maddi tazminat bakımından hükmedilecek vekalet ücretinin ise hak arama hürriyeti ve mahkemeye erişim hakkının orantısız biçimde sınırlandırılmaması amacıyla davacı vekili lehine belirlenen vekalet ücreti kadar makul bir miktarda belirlenmesi gerekirken

Karar: Dava davalı idarenin hizmet kusurunun bulunduğundan bahisle uğranıldığı öne sürülen maddi zararlar karşılığında toplam 70.000-TL destekten yoksun kalma tazminatı ile toplam 120.000-TL manevi tazminatın ölüm tarihi olan 24.03.2009 tarihinden itibaren işletilecek yasal faizleriyle birlikte tazminen ödenmesine hükmedilmesi istemiyle açılmıştır.

İdare Mahkemesince dava konusu olay hakkında yürütülen ceza kovuşturması kapsamında alınan Adli Tıp Kurumu raporunda yer verilen "hastada zor ventülasyon zor entübasyon gelişince başarısız entübasyon girişimleri sonrası kombi tüp denendiği, başarısız olunca flexibl, laryngoskop denenmemesi hava yolu açıklığının sağlanması için krikotirotomi yapılmamasının eksiklik olduğu, acil kulak burun boğaz uzmanının çağırıldığı, dosya bilgilerinden acil durumlarda da kulak burun boğaz uzmanının Hastaneye çağırıldığı, bunun rutin bir uygulama olup hastanede çağırılan uzman doktorun yaklaşık 10 dakika içerisinde hastaneye ulaşabildiği dikkate alındığında zor entübasyon riski bulunan hastada Doktor tarafından anestezi uygulaması sırasında zor hava yolu algoritmi uygulamasında eksiklikler olduğu, ancak zor entübasyon ve ventülasyonun birlikte olması hasta mortabilitesini arttıran risklerden olup alınan tüm önlemlerin alınması durumunda da kurtulmasının kesin olmadığı" tespitlere istinaden dava konusu olayda davalı idarenin hizmet kusuru bulunduğu kanaatine varılmış ve davanın kısmen kabulü ile toplam 17.192,19-TL maddi ve 70.000-TL manevi tazminatın davacılara ödenmesine, davacılardan tarafından feragat edilen 58.413,35-TL maddi tazminat talebi bakımından karar verilmesine yer olmadığına, fazlaya ilişkin tazminat istemlerinin reddine, reddedilen maddi ve manevi tazminat istemleri bakımından ise ayrı ayrı ve maktu 1.375-TL olmak üzere toplam 2.750-TL vekalet ücretinin davacılardan alınarak davalı idareye ödenmesine karar verilmiştir.

Davalı idare tarafından mahkeme kararının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek kararın bozulması istenilmektedir.

İlgili Mevzuat hükümlerinden manevi tazminat davasının maddi tazminat veya para ile değerlendirilmesi mümkün diğer taleplerle birlikte açılması ve davanın kısmen reddine karar verilmesi durumunda, reddedilen maddi ve manevi tazminat açısından ayrı ayrı ve tarifenin 3.kısmına göre (reddedilen manevi tazminat miktarına ilişkin vekalet ücreti bakımından 10.maddenin 2.fıkrasına) nispi avukatlık ücreti ücretine hükmedilmesi gerektiği açıkça anlaşılmaktadır.

Öte yandan, kısmen ret ile sonuçlanan bu davalarda, reddedilen maddi tazminat bakımından davalı idare lehine tarifenin 3.kısmına göre hükmedilecek vekalet ücretinin fazlalığı konusunun, hak arama özgürlüğü ve mahkemeye erişim hakkı bağlamında irdelenmesi gerekmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte, bunun hiçbir şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu söylenemez. Özel sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların da hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırlarının bulunduğu kabul edilmektedir.

Ayrıca hakkı düzenleyen maddede herhangi bir sınırlama nedenine yer verilmemiş olsa da, Anayasanın başka maddelerinde yer alan kurallara dayanarak bu hakların sınırlandırılması da mümkün olabilir.

Dava açma hakkının kapsamına ve kullanım koşullarına ilişkin bir kısım düzenlemelerin hak arama özgürlüğünün doğasından kaynaklanan sınırları ortaya koyan ve hakkın norm alanını belirleyen kurallar olduğu açıktır.

Ancak bu sınırlamalar Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan güvencelere aykırı olamaz.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 90. maddesinin son fıkrasında “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir.

Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.

Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” hükmüne yer verilmiştir.

Anayasa'nın 148. maddesinin 3. fıkrasında ise, “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. ” hükmü yer almıştır.

Bir tam yargı davası sonucunda , davacı aleyhine hükmedilen vekalet ücretinin, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile korunan hak arama hürriyeti ve mahkemeye erişim hakkını ihlal ettiği iddiasıyla yapılan bireysel başvuru sonucunda verilen Anayasa Mahkemesinin kararında konuya ilişkin temel ilkeler ortaya konulmuştur.

Buna göre, “Sözleşme’nin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesinde, mahkemeye erişim hakkına açıkça yer verilmemişse de maddenin (1) numaralı fıkrasındaki “herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, bir mahkeme tarafından davasının görülmesini istemek hakkı” ifadeleri çerçevesinde ve hakkın doğası gereği mahkemeye erişim hakkını da kapsadığının kabulü gerekir.

Mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir.

Kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen veya mahkeme kararını anlamsız hale getiren, bir başka ifadeyle mahkeme kararını önemli ölçüde etkisizleştiren sınırlamalar mahkemeye erişim hakkını ihlal edebilir.

Dava sonucundaki başarıya dayalı olarak taraflara vekâlet ücreti ödeme yükümlülüğü öngörülmesi de bu kapsamda mahkemeye erişim hakkına yönelik bir sınırlama oluşturur.

Böyle bir sınırlamanın meşru görülebilmesi için kamu yararı ile birey hakkı arasında makul bir dengenin gözetilmiş olması gerekir.

Bu yükümlülüklerin kapsamını belirlemek kamu otoritelerinin takdir yetkisi içindedir.

Öngörülen yükümlülükler dava açmayı imkânsız hale getirmedikçe ya da aşırı derece zorlaştırmadıkça mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği söylenemez.

Dolayısıyla davayı kaybetmesi halinde başvurucuya yüklenecek olan vekâlet ücreti bu çerçevede değerlendirilmelidir.

Buna karşılık bir hukuki uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyan başvurucuların, reddedilen dava konusu miktar üzerinden hesaplanan vekâlet ücretini karşı tarafa ödemeye mahkûm edilmeleri ihtimali veya olgusu, belirli dava koşulları çerçevesinde mahkemeye başvurmalarını engelleme ya da mahkemeye başvurmalarını anlamsız kılma riski taşımaktadır.

Bu çerçevede, davanın özel koşulları çerçevesinde masrafların makullüğü ve orantılılığı, mahkemeye erişim hakkının asgari sınırını teşkil etmektedir.

Taraflardan birinin yargılamadaki başarı oranına göre kazanılan veya kaybedilen değer oranında lehine veya aleyhine mahkeme masraflarının hükmedilmesine yönelik düzenlemeler mahkemeye erişim hakkına müdahale oluşturmakta ise de abartılı, zorlama veya ciddiyetten yoksun talepleri disipline etmeye yönelik orantılı müdahaleler meşru görülebilir.

Ancak, yukarıda da ifade edildiği üzere, bu sınırlamaların hakkın özüne zarar vermeyecek nitelikte, meşru bir amaca dayalı ve kullanılan aracın sınırlama amacı ile orantılı olması, kamu yararının gerekleri ile bireyin hakları arasında kurulmaya çalışılan adil dengeyi bozacak şekilde birey aleyhine katlanılması zor külfetler yüklenmemiş olması gereklidir.” denilmektedir.

Anayasa Mahkemesi tarafından yapılan değerlendirmelere göre, istenen tazminatın reddedilmesi üzerine belirli bir oranının karşı tarafa vekâlet ücreti olarak ödenmesi yükümlülüğü öngörülmesi tek başına mahkemeye erişim hakkını ihlal eden bir müdahale olarak nitelendirilemeyecektir. Ancak her bir uyuşmazlığın kendini özgü niteliklerinin ve uyuşmazlığa konu olayın, davacıların mahkemeye erişim hakkı üzerinde farklı sonuçlar doğurabilmesi de mümkündür.

Açılan bir tam yargı davasında istenilen tazminatın miktarının, ancak bilirkişi incelemesi ve benzeri araştırmalardan sonra elde edilen verilere göre mahkemece takdir edildiği bilinmektedir. Tazminat davasının bu özelliği gereği, gerçekte hak edilen tazminat miktarının dava açılmadan önce davacılar tarafından tam olarak bilinmesi veya öngörülmesi mümkün değildir. Dava açılması aşamasında karşı karşıya kalınan bu belirsizliğin, davacıları yüksek miktarlı istemlerde bulunmaya yönlendirebileceği açıktır.

Talep miktarının sonradan düzeltilmesi (ıslah), tazminat davasının başındaki belirsizlik karşısında bir güvence oluşturabilecekse de, davanın açıldığı tarihte 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nda böyle bir kuruma yer verilmemiştir. Dolayısıyla, hak kaybına uğramak istemeyen davacılar için tazminat taleplerine ilişkin miktarları yüksek tutmaktan başka seçenek bulunmamaktadır. Nitekim, davacılar bu hukuki ve fiili şartlar altında açtıkları davalarında, toplam 190.000-TL zararın tazminini istemişlerdir.

Sonuç olarak, yukarıda açıklanan şekilde davacıların, kullandıkları Anayasal hakları nedeniyle olağan dışı ağırlıkta bir mali yük altında kalmış olmaları, bu durumun hak arama özgürlüğü ve mahkeme erişim hakkı üzerinde olağan dışı bir kısıtlama oluşturması ve mahkemelerin yargılama usullerini uygularken davanın hakkaniyetine halel getirecek kadar abartılı şekilcilikten kaçınmaları gereğinin vurgulaması bir arada değerlendirildiğinde, talep edilen maddi tazminat miktarı üzerinden makul bir vekalet ücretinin belirlenmesi hakkaniyet gereğidir.

Bu durumda maddi ve manevi tazminat istemli olarak açılan ve davanın kısmen kabulü ve kısmen reddine karar verilen uyuşmazlıkta, İdare Mahkemesince reddedilen maddi ve manevi tazminat istemleri bakımından davalı idare lehine ayrı ayrı ve nispi vekalet ücretine hükmedilmesi, bununla birlikte reddedilen manevi tazminat bakımından hükmedilecek vekalet ücretinin Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 10.maddesinin 2.fıkrası gereği davacı vekili lehine belirlenen ücreti geçmeyecek biçimde belirlenmesi, reddedilen maddi tazminat bakımından hükmedilecek vekalet ücretinin ise hak arama hürriyeti ve mahkemeye erişim hakkının orantısız biçimde sınırlandırılmaması amacıyla davacı vekili lehine belirlenenvekalet ücreti kadar makul bir miktarda belirlenmesi gerekirken, aksi yönde verilen İdare Mahkemesi kararında hukuken isabet görülmemiştir.

Açıklanan nedenlerle, İdare Mahkemesi kararının reddedilen maddi ve manevi tazminat bakımından davalı lehine hükmedilen vekalet ücretine ilişkin kısmının bozulmasına, sair temyiz istemlerinin reddi ile kararın diğer kısımlarının onanmasına, bozulan kısım hakkında yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 22/02/2018 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.


Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu
Başvuru No:​2014/5761
Karar Tarihi: 10/5/2018
Mahkeme: Asliye Hukuk Mahkemesi
Konu: Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti ve basın hürriyeti

Özet: Eldeki başvurunun çözümlenmesinde göz önünde tutulması gereken ilk husus davacıların toplumsal konumlarıdır. Kişilik haklarına saldırıda bulunulduğu gerekçesiyle başvurucular aleyhine tazminat davası açanlar, yazı dizisinde hakkında oldukça fazla sayıda itham bulunan Belediye Başkan Yardımcısı ile Belediye Başkanı'nın özel korumasıdır.

Belediye Başkan Yardımcısı kamusal yetki kullanan üst düzey kamu görevlisi iken Belediye Başkanı'nın özel koruması bir polis memurudur. Her iki davacı için de kabul edilebilir eleştiri sınırları, sıradan bir kimse ile karşılaştırıldığında daha geniş olmakla birlikte üst düzey bir kamu görevi icra etmeyen polis memurunun itibara yönelik daha geniş bir korumadan yararlanacağı ortadadır.

Karar: Başvurucular; güncel, kamu yararını ilgilendiren, belirli bir şahsa yönelik olarak kaleme alınmayan, isim ve makam bildirilmeksizin yayımlamış oldukları haberlerden dolayı tazminata mahkûm edilmelerinin Anayasa’nın 26., 27. ve 28. maddelerinde korunan basın özgürlüğünü ihlal ettiğini ileri sürmüşlerdir.

Başvurucular, Belediye Başkan Yardımcısı tarafından aleyhlerine açılan davada ayrıca yerel mahkemece deliller toplanmadan, husumet itirazları dikkate alınmadan, tarafların sosyal ve ekonomik durum araştırmasının sonucu beklenmeden ve olaya ilişkin tanıklar dinlenilmeden esasa yönelik karar verilmesinin ise Anayasa’nın 36. maddesinde koruma altına alınan adil yargılanma hakkını ihlal ettiğini iddia etmişlerdir.

İddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak Anayasa’nın “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” kenar başlıklı 26. maddesinin ve “Basın hürriyeti” kenar başlıklı 28. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:

“(26) Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.

Bu hürriyetlerin kullanılması, başkalarının şöhret veya haklarının korunması amaçlarıyla sınırlanabilir.

Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir.

(28) “Basın hürdür, sansür edilemez.Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır.

Basın hürriyetinin sınırlanmasında, Anayasanın 26 ve 27 nci maddeleri hükümleri uygulanır”

Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucular tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder.

Başvurucuların iddialarının Anayasa'nın 26. ve 28 maddeleri kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan ifade ve basın özgürlüklerinin ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

Gazetede yayımlanan yazı dizisi nedeniyle Belediye Başkan Yardımcısı tarafından açılan davada başvurucuların müştereken 10.000 TL manevi tazminat ödemelerine karar verilmiştir.

Yine Belediye Başkanı'nın özel koruması tarafından açılan davada başvurucunun 6.000 TL manevi tazminat ödemesine karar verilmiştir.

Söz konusu mahkeme kararları ile başvurucuların ifade ve basın özgürlüklerine yönelik bir müdahalede bulunulduğu belirlenmiştir.

Yukarıda anılan müdahale Anayasa’nın 13. maddesinde belirtilen koşulları yerine getirmediği müddetçe Anayasa’nın 26. maddesinin ihlalini teşkil edecektir.

Bu sebeple sınırlamanın Anayasa’nın 13. maddesinde öngörülen ve somut başvuruya uygun düşen, kanun tarafından öngörülme, Anayasa’nın 26. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilen haklı sebeplerden bir veya daha fazlasına dayanma, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmama koşullarına uygun olup olmadığının belirlenmesi gerekir.

Yapılan değerlendirmeler neticesinde 6098 sayılı Kanun’un 49. maddesinin “kanunla sınırlama” ölçütünü karşıladığı sonucuna varılmıştır.

Başvurucuların davacılara manevi tazminat ödemelerine karar verilmesinin "başkalarının şöhret veya haklarının korunması"na yönelik önlemlerin bir parçası olduğu ve meşru bir amaç taşıdığı sonucuna varılmıştır.

Anayasa Mahkemesi daha önce pek çok kez "demokratik toplum düzeninin gerekleri" ifadesinden ne anlaşılması gerektiğini açıklamıştır. Buna göre temel hak ve özgürlükleri sınırlayan tedbir, bir toplumsal ihtiyacı karşılamalı ve başvurulabilecek en son çare niteliğinde olmalıdır.

Derece mahkemelerinin böyle bir ihtiyacın bulunup bulunmadığını değerlendirmede belirli bir takdir yetkisi bulunmaktadır.

Ancak bu takdir payı, Anayasa Mahkemesinin denetimindedir.

Öte yandan temel hak ve özgürlüklere yönelik herhangi bir sınırlamanın -demokratik toplum düzeni için gerekli nitelikte olmakla birlikte- temel haklara en az müdahaleye olanak veren ölçülü bir sınırlama niteliğinde olup olmadığının da incelenmesi gerekir.

Anayasa Mahkemesi; daha önce pek çok kez Anayasa'nın 26. maddesinde yer alan ifade özgürlüğü ile Anayasa'nın 28. maddesinde yer alan basın özgürlüğünün demokratik bir toplumun zorunlu temellerinden olduğunu, toplumun ilerlemesi ve her bireyin gelişmesi için gerekli temel şartlardan birini oluşturduğunu ifade etmiştir.

Anayasa’nın “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” kenar başlıklı 26. maddesine göre herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.

Anılan maddede ifade özgürlüğünün kullanımında başvurulabilecek araçlar “söz, yazı, resim veya başka yollar” olarak ifade edilmiş ve “başka yollar” ifadesiyle her türlü ifade aracının anayasal koruma altında olduğu gösterilmiştir.

İfade özgürlüğü ile basın özgürlüğü herkes için geçerli ve demokrasinin işleyişi için yaşamsal önemdedir. Basın özgürlüğünün kamuoyuna çeşitli fikir ve tutumların iletilmesi ve bunlara ilişkin bir kanaat oluşturması için en iyi araçlardan birini sağladığı açıktır.

Buna ilave olarak Anayasa Mahkemesi; siyasetçilerin, kamuoyunca tanınan kişilerin ve kamusal yetki kullanan görevlilerin gördükleri işlev nedeniyle daha fazla eleştiriye katlanmak durumunda olduklarını ve bunlara yönelik eleştirinin sınırlarının çok daha geniş olduğunu her zaman vurgulamıştır.

Demokratik bir toplumda basına, siyasetçileri ve kamu görevlilerini eleştirme ve onlar hakkında yorum yapma hakkı tanınmış olmakla birlikte Anayasa'nın 26. ve 28. maddeleri tamamen sınırsız bir ifade özgürlüğünü garanti etmemiştir.

Anayasa'nın 12. maddesinin "Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder." biçimindeki ikinci fıkrası, kişilerin sahip oldukları temel hak ve hürriyetleri kullanırken ödev ve sorumluluklarına da gönderme yapmaktadır.

26. maddenin ikinci fıkrasında yer alan sınırlamalara uyma yükümlülüğü, ifade özgürlüğünün kullanımına basın için de geçerli olan bazı "görev ve sorumluluklar" getirmektedir.

Bu görev ve sorumluluklar "başkalarının şöhret ve haklarına" zarar gelme ihtimalinin bulunduğu ve özellikle adı verilen bir şahsın itibarının söz konusu olduğu durumlarda özel önem arz eder.

Medyanın özel şahıslar hakkında hakaret nitelikli olgusal beyanların doğruluğunu soruşturma yükümlülüğünün derecesi tespit edilirken göz önüne alınması gereken koşullar şu şekilde sıralanabilir: Söz konusu hakaretin niteliği ve derecesi, haber kaynaklarının söz konusu iddialar bakımından makul olarak güvenilir olup olmadığı ve gazetecilerin doğru ve güvenilir bilgiler sunmak için iyi niyet çerçevesinde hareket edip etmedikleridir.

Basın özgürlüğü ilgililerin meslek ahlakına saygı göstermelerini, doğru ve güvenilir bilgi verecek şekilde ve iyi niyetli olarak hareket etmelerini zorunlu kılmaktadır.

Kötü niyetli olarak gerçeğin çarpıtılması bazen kabul edilebilir eleştiri sınırlarını aşabilir.

Dolayısıyla haber verme görevi zorunlu olarak ödev ve sorumluluklar ile basın kuruluşlarının kendiliğinden uymaları gereken sınırlar içermektedir.

Eldeki başvurunun çözümlenmesinde göz önünde tutulması gereken ilk husus davacıların toplumsal konumlarıdır.

Kişilik haklarına saldırıda bulunulduğu gerekçesiyle başvurucular aleyhine tazminat davası açanlar, yazı dizisinde hakkında oldukça fazla sayıda itham bulunan Belediye Başkan Yardımcısı ile Belediye Başkanı'nın özel korumasıdır.

Belediye Başkan Yardımcısı kamusal yetki kullanan üst düzey kamu görevlisi iken Belediye Başkanı'nın özel koruması bir polis memurudur. Her iki davacı için de kabul edilebilir eleştiri sınırları, sıradan bir kimse ile karşılaştırıldığında daha geniş olmakla birlikte üst düzey bir kamu görevi icra etmeyen polis memurunun itibara yönelik daha geniş bir korumadan yararlanacağı ortadadır.

Gözönüne alınması gereken ikinci husus ise yazı dizisinin konusudur. Yazı dizisi, başta Belediye Başkan Yardımcısı olmak üzere Belediyede çalışan bazı personel arasında ve bir kısmı Belediye çatısı altında yaşandığı iddia edilen mahrem ilişkilere yönelik ayrıntılı anlatımlardan oluşmaktadır.

Yazılarda cinsel tacizin Belediyede yaygın olduğu ileri sürülerek olaylara karıştığı iddia edilen kişiler, kimlikleri tespit edilebilecek şekilde anlatılmaktadır.

Bundan başka Belediye Başkan Yardımcısı'nın Belediyede işe alımlarda taraflı tutum sergilediği ve tanıdıklarına öncelik verdiği ileri sürülmektedir.

Gerek dile getirilen iddialar gerek gerçekleştiği iddia edilen olayların meydana geldiği yerin çoğunlukla kamusal alan olması dikkate alındığında şikâyet konusu yazıların bir ölçüde genel yarar nitelikli bir tartışmaya katkı sunduğu kabul edilebilir.

Bununla birlikte başvurucuların iddialarının kamusal yetki kullanan görevlilere yönelik olduğu ve iddiaların yoğunluğu ile önem derecesi dikkate alındığında bu iddiaların Belediye yönetimine olan kamu güvenine zarar verme ihtimali oldukça yüksektir.

Toplumsal sorunların çözümünde özellikle kamusal yetki kullanan üst düzey görevliler, bulundukları bölgede kamunun güvenine sahip olmalıdırlar. Bu sebeple anılan kişileri ve özel alanlarını asılsız suçlamalardan korumak devletin görevlerindendir. Basının da özellikle kişilerin mahrem alanını da ilgilendiren konularda sorumluluk bilinci ile hareket etmesi şarttır.

Bu bağlamda geniş halk kitlelerinin düşünce ve kanaatleri üzerinde etki yapan ve onları harekete geçirebilen basının basın etik kurallarına uyması, bireylerin hak ve özgürlüklerini ihlal edecek tutum ve davranışlardan kaçınması gerekir.

Somut başvuruda yazı dizisinde yer alan iddiaların bir kısmının değer yargısı içerdiği görülmekle birlikte yazıların bütünü incelendiğinde şeref ve itibara yönelik saldırı bakımından esaslı sorunu olgusal ve kanıta duyarlı iddiaların oluşturduğu görülmektedir.

Değer yargısı ifade eden görüş ve yorumlar kanıtlanmaya elverişli değilken kişilik haklarına saldırı niteliği taşıyan olgulara dayanan iddiaların desteklenmesi için güvenilir delil sunulması gerekir.

Başvurucular, kendilerine elektronik posta ile gönderildiğini ileri sürdükleri ve İskenderun Belediyesinin bazı çalışanları hakkında ciddi ithamlar içeren iddiaları yazı dizisi olarak üç gün boyunca gazetede yayımlamışlardır. Yazı dizisi ile ilgili olarak aleyhlerine açılan davalarda başvurucuların Mahkemeye sundukları cevap ve delil dilekçelerinin incelenmesinden yazı dizisinde yer alan ithamların dayanağı olarak bu iddiaların ilçede konuşuluyor olması ile başka bazı yayın organlarında da yer almasının gösterildiği tespit edilmiştir.

Bununla birlikte başvurucular, derece mahkemeleri önündeki yargılamalarda yazı dizisinin yayımlandığı tarihten önce benzer iddiaların haber yapıldığı başka bir yayın organı gösteremedikleri gibi iddiaların ilçede konuşulduğuna ilişkin bir somutlaştırma da yapamamışlardır

Başvurucular, yazı dizisini yayımlamadan önce iddiaların doğruluğunu araştırdıklarını ileri sürmüşlerse de bu konudaki çabalarına yönelik de somut bir delil ortaya koyamamışlardır.

Elbette başvurucuların ispat yükünü yerine getirirken kendilerinden bir beyanın doğruluğunu kanıtlayan savcı gibi hareket etmeleri beklenmemektedir. Başvurucuların haber kaynaklarının söz konusu iddialar bakımından makul olarak güvenilir olup olmadığı ile doğru ve güvenilir bilgiler sunmak için iyi niyet çerçevesinde hareket edip etmediklerini ortaya koymaları yeterlidir.

Başvurucular, ilk derece mahkemesi tarafından tanıklarının dinlenmediğinden şikâyet etmişlerdir.

Bununla birlikte ne tanık ifadelerinin davanın esasına yapacağı katkı hakkında Mahkemeyi ikna edebilecek bir veri sunmuşlar ne de temyiz yolunda tanıklarının dinlenmemesi ile ilgili bir şikâyet dile getirmişlerdir. Dolayısıyla derece mahkemeleri önündeki yargılamalarda başvurucuların ileri sürdükleri olgusal iddialar hususunda gerçeği ispat etmelerine ve iyi niyetlerini ortaya koymalarına izin verilmediği de söylenemez.

Diğer taraftan yazı dizisini gazetede yayımlamaları nedeniyle başvurucular hakkında ceza yargılaması yapılmamış, yalnızca tazminat davaları açılmıştır. İlk derece mahkemesi, tarafların ekonomik ve sosyal durumunu araştırarak manevi tazminatı zenginleşmeye neden olmayacak şekilde takdir ettiğini belirtmiştir. Anayasa Mahkemesince de her bir dava için hükmedilen tazminat miktarının -bu tür davalarda genellikle verilen tutarlar ve söz konusu yazıların ağırlığıyla karşılaştırıldığında- ulaşılmak istenen amaç ile orantısız olduğu değerlendirilmemiştir.

Derece mahkemeleri, başvurucuların ifade özgürlüğünü kullanırlarken görev ve sorumluluklara uygun davranmadıkları sonucuna varmışlardır. Yukarıda anlatılanlar ile birlikte ilk elden davaya bakan derece mahkemelerinin taktir payı da dikkate alındığında başvurucular aleyhine tazminata hükmedilmesinin toplumsal ihtiyacı karşıladığı ve dolayısıyla "demokratik bir toplumda gerekli" ve "ölçülü" olduğu sonucuna varılmıştır.

Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 26. ve 28. maddelerinde güvence altına alınan ifade ve basın özgürlüklerinin ihlal edilmediğine karar verilmesi gerekir.

Açıklanan gerekçelerle İfade ve basın özgürlüklerinin ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna, Anayasa’nın 26. ve 28. maddelerinde güvence altına alınan ifade ve basın özgürlüklerinin ihlal edilmediğine 10/05/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


BaroKart Blog'da bulunan Yüksek Mahkeme Kararları yargitay.gov.tr, danistay.gov.tr, anayasa.gov.tr resmi internet sitelerinden alınmıştır.

Nasıl TL Yüklenir?

BaroKart'ınıza TL Yükle sayfasından yükleme yapabilirsiniz.
TL yüklemek için tıklayınız.