img

 

img img
HAFTANIN YÜKSEK MAHKEME KARARLARI

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi
2017/9811E. 2017/9811 K.
K.Tarihi: 25/01/2018

Yargıtay 2. Ceza Dairesi
2018/866 E. 2018/2376 K.
K.Tarihi: 07/03/2018

Danıştay 5. Dairesi
2016/18730 E. 2017/21649 K.
K.Tarihi 25.10.2017

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi İkinci Bölüm
Başvuru Numarası:​ 2017/29989
Karar Tarihi:19/04/2018

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi
2017/9811E. 2017/9811 K.
K. Tarihi: 25/01/2018
Mahkeme: Tüketici Mahkemesi
Konu : Alacak Davası

Özet: Dava, satış esnasında sunulan katalog, proje ve tanıtımlarda belirtilen ancak bunlara uygun olarak yapılmayan veya eksik yapılan işler nedeni ile davacının satın aldığı dairede oluşan değer kaybının ödetilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, hükme esas alınan raporu düzenleyen bilirkişi heyetinden “gizli ayıp” olarak nitelendirilen imalatlara ilişkin ayıpların ihbarının süresinde yapılıp yapılmadığı hususunda ayıpların niteliği ve ortaya çıktıkları zaman dilimi ve tarafların delilleri dikkate alınarak taraf ve yargı denetimine esas gerekçeli ek rapor tanzimi sağlanarak hasıl olacak sonuca uygun bir karar verilmesi gerekir.

Karar: Davacı, davalı TOKİ'nin, dava dışı müteahhite inşa ettireceği daireyi 13.7.2006 tarihli sözleşme ile satın aldığını, dairenin 2008 yılı Ağustos ya da Eylül ayında teslim edildiğini, reklam, tanıtım ve broşürlerde yüksek inşaat kalitesi vaadinde bulunulduğunu ancak teslimden sonra gerek kendi konutu gerekse blok ve site ortak yerleri ile ilgili ayıp ve eksiklikler bulunduğunun ortaya çıktığını ve bunun üzerine tespit yaptırdıklarını ileri sürerek, eksik ve ayıplı işlerden dolayı ortaya çıkan bedel farkının tespit edilerek ve fazlaya ilişkin hakları saklı kalarak 10.000 TL'nin avans faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiş; bilahare ıslah ile talebini artırmıştır.

Dava, satış esnasında sunulan katalog, proje ve tanıtımlarda belirtilen ancak bunlara uygun olarak yapılmayan veya eksik yapılan işler nedeni ile davacının satın aldığı dairede oluşan değer kaybının ödetilmesi istemine ilişkindir.

Davacı tüketici olduğuna göre, tüketici hukuku ile ilgili ayıba ilişkin düzenleme, dava tarihi itibari ile yürürlükte olan 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun (TKHK)’un 4. maddesinde yer almaktadır.

Anılan maddenin birinci fıkrasında; “Ambalajında, etiketinde, tanıtma ve kullanma kılavuzunda yer alan veya satıcı tarafından vaat edilen veya standardında tespit edilen nitelik ve/veya niceliğine aykırı olan ya da tahsis veya kullanım amacı bakımından değerini veya tüketicinin ondan beklediği faydaları azaltan veya ortadan kaldıran maddi, hukuki veya ekonomik eksiklikler içeren mal veya hizmetler, ayıplı mal veya ayıplı hizmet olarak kabul edilir.” denilmekte, devam eden fıkralarda ise buna ilişkin biçimsel koşullar sayılmaktadır.

Ayıp; yasa ya da sözleşmede öngörülen unsurlardan birinin veya birkaçının eksikliği ya da olmaması gereken vasıfların olmasıdır.

Yukarıda da ayrıntısı ile açıklandığı üzere; malın ayıplı olması halinde taraflara ait hak ve yükümlülüklerin nelerden ibaret olduğu, 4822 sayılı Kanun’la değişik 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 4.maddesinde düzenlenmiş; ayıbın gizli ya da açık olması halleri için ayrı ihbar süreleri getirilmiş; hatta ayıbın ağır kusur veya hile ile gizlenmesi halinde zamanaşımı süresinden yararlanılamayacağı, açıkça ifade edilmiştir.

Maddeye göre, tüketici kendisine sağlanan mal ve hizmetle ilgili ayıplı olup olmama konusunda gerekli muayeneyi (denetimi) yapacak ve bu muayene sonucu, mal ya da hizmetle ilgili saptadığı ayıpları, mal veya hizmetin sağlanmasından itibaren ihbar süreleri içinde, kendisine mal yada hizmet sağlayan sözleşmenin tarafına bildirecektir; bu bildirim (ayıp ihbarı) ödevi ihmal edildiğinde, tüketici, ayıba dayalı yasal haklarını kaybedecektir. 6098 Sayılı TBK.’nun bu konudaki 223. maddesinde ifade edildiği gibi, ayıp ihbarının yapılmaması, tüketicinin ifa konusu mal ya da hizmeti, bulunduğu hal üzere kabul ettiği sonucunu doğuracak ve bu yönde gerçekleşen varsayımın aksi, hiçbir suretle kanıtlanamayacaktır.

4077 sayılı TKHK.’nun 4. maddesinin 2. fıkrası hükmüne göre; tüketici, malın teslimi tarihinden itibaren otuz gün içerisinde açık ayıpları satıcıya bildirmekle yükümlüdür. Tüketici bu durumda, bedel iadesini de içeren sözleşmeden dönme, malın ayıpsız misliyle değiştirilmesi veya ayıp oranında bedel indirimi ya da ücretsiz onarım isteme haklarına sahiptir. Satıcı, tüketicinin tercih ettiği bu talebi yerine getirmekle yükümlüdür.

4077 sayılı TKHK’da gizli ayıpların ne kadar sürede satıcıya ihbar edileceğine dair bir hüküm bulunmamaktadır. Öyle olunca, 4077 sayılı TKHK’nun 30. maddesi gereğince, bu kanunda hüküm bulunmayan hallerde, genel hükümlere göre uyuşmazlığın çözümü gerekli olduğundan, dava tarihinde yürürlükte bulunan 6098 Sayılı TBK.’nun bu konudaki 223. maddesine göre, alıcı, teslim aldığı malı işlerin olağan akışına göre, imkân bulunur bulunmaz gözden geçirmek ve satıcının sorumluluğunu gerektiren bir ayıp gördüğü zaman bunu satıcıya uygun süre içinde ihbar etmekle yükümlüdür. Bunu ihmal ettiği takdirde, satılanı kabul etmiş sayılır. Ancak, satılanda olağan bir gözden geçirme ile meydana çıkarılamayacak bir ayıp bulunması halinde, bu ayıp sonradan meydana çıkarsa, bu durumu da hemen satıcıya bildirmediği takdirde yine satılanı bu ayıp ile birlikte kabul etmiş sayılır. O halde, gizli ayıpların, dava zamanaşımı süresi içinde ve ayıp ortaya çıktıktan sonra hemen, ihbar edilmesi; ayıbın açık mı, yoksa gizli mi olduğunun tayininde ise, ortalama bir tüketicinin bilgisinin dikkate alınması gerekmektedir.

Bu açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; davacının 13.7.2006 tarihinde satın aldığı bağımsız bölümün davacıya 02.09.2008 tarihinde teslim edildiği ve 26.02.2013 tarihinde de eldeki bu davanın açıldığı dosya kapsamı ile anlaşılmaktadır.

Hükme esas alınan bilirkişi heyet raporunda ve mahkemece “gizli ayıp”lı olarak belirtilen imalatlar ile ilgili olarak; “gizli ayıp” olarak nitelendirilen (mesela izolasyona bağlı su sızıntı izleri, ıslak zeminlerde hatalı eğim verilmesi gibi...) ayıplar yönünden kullanım ve mevsimlerdeki yağmur, kar, güneş ve ısı durumları dikkate alınarak ne zaman oluştuğu ya da oluşacağı ve bunu normal vasıflardaki tüketicinin ne zaman farkedebileceği ile bağımsız bölümün teslim tarihi ve tespit tarihi de göz önünde bulundurularak yasal süresi içinde ayıp ihbarında bulunulup bulunulmadığı hususlarına yeterince yer verilmediği anlaşılmaktadır.

Yine TBK'nun 223 hükmü ile gizli ayıplar yönünden kendisine yüklenen “hemen ihbar” mükellefiyetini yerine getirip getirmediğini ispat yükü davacıdadır.

Site yönetiminin veya diğer tüketicilerin, tüketici adına ayıp ihbarında bulunma hak ve yetkisi bulunmamaktadır. Hal böyle olunca mahkemece, hükme esas alınan raporu düzenleyen bilirkişi heyetinden “gizli ayıp” olarak nitelendirilen imalatlara ilişkin ayıpların ihbarının süresinde yapılıp yapılmadığı hususunda ayıpların niteliği ve ortaya çıktıkları (kullanım ve mevsimlerdeki yağmur, kar, güneş ve ısı durumları dikkate alınarak bu ayıpların ne zaman oluştuğu ya da oluşacağı ve bunu normal vasıflardaki bir tüketicinin ne zaman farkedebileceği) zaman dilimi ve tarafların delilleri dikkate alınarak taraf ve yargı denetimine esas gerekçeli ek rapor tanzimi sağlanarak hasıl olacak sonuca uygun bir karar verilmesi gerekirken, bu konuda gerekli inceleme ve araştırma yapılmaksızın eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.

Davalıların, mahkemece eksik ifa olarak nitelendirilen eksik işlerle ilgili temyiz itirazı yönünden yapılan incelemede ise; her ne kadar mahkemece açık ve kapalı kafeterya, site bahçe duvarı, sulama sistemi vs.nin yapılmaması eksik ifa olarak nitelendirilmiş ve buna göre davacının talebi kabul edilmiş ise de; bunların yapılmamış olmasının davacının satın aldığı bağımsız bölümün ekonomik değerini düşüren açık ayıp niteliğinde olduğu, davalının bu ayıbı gizlemek için de herhangi bir hileye başvurmadığı, davacının bu ayıplardan bağımsız bölümü satın ve teslim aldığı tarihte kolayca bilgi sahibi olabileceği kuşkusuzdur. Davacının teslim aldığı bağımsız bölüm nedeniyle, 4077 sayılı Kanun’un 4. maddesi gereğince malın teslim tarihinden itibaren 30 gün içinde davalıya ayıp ihbarında bulunmadığı da anlaşılmaktadır. Dairemizin benzer uyuşmazlıklardaki emsal uygulamaları da bu yönde olduğu gibi, aynı görüşte olan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 4.12.2015 gün ve 2015/13-1581 esas ve 2015/2792 kararı da bulunmaktadır. Hal böyle olunca bu kalemler yönünden davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanlış değerlendirme ve yazılı gerekçe ile bu talebin kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.

Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün davalı yararına BOZULMASINA, peşin alınan harcın davalıya iadesine, HUMK’nun 440/I maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 25/01/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.


Yargıtay 2. Ceza Dairesi
2018/866 E. 2018/2376 K.
K. Tarihi: 07/03/2018
Mahkeme: Ağır Ceza Mahkemesi
Konu: Hırsızlık, resmi belgede sahtecilik

Özet: Suçun gece vakti işlendiğinin anlaşılması karşısında; sanıklar hakkında hırsızlık suçundan hükmolunan cezanın 5237 sayılı TCK'nın 143/1. maddesiyle artırılması gerektiğinin gözetilmemesi, eylemin tamamlandığının anlaşılması karşısında, eylemin teşebbüs aşamasında kaldığı belirtilerek 5237 sayılı TCK'nın 35. maddesi uygulanmak suretiyle sanıklar hakkında eksik ceza tayin edilmesi, sanık hakkında 5237 sayılı TCK'nın 58. maddesi uyarınca tekerrür hükümlerinin uygulanması gerektiğinin gözetilmemesi nedenlerinden dolayı bozma kararı verilmiştir.

Karar: Katılan vekilinin sanıklar hakkında resmi belgede sahtecilik suçundan verilen düşme kararına ilişkin temyiz istemi hakkında yapılan incelemede;

Katılan vekilinin, olayda kullanılan araçlardan birinde sahte plakalar kullanılması eylemleri nedeniyle sanıklar hakkında açılan kamu davalarının zamanaşımı nedeniyle düşürülmelerine dair verilen kararları temyize yetkisinin bulunmadığı belirlenmekle; katılan vekilinin temyiz isteminin resmi belgede sahtecilik suçu yönünden, 1412 sayılı CMUK'nın 317. maddesi uyarınca REDDİNE,

Sanık müdafiinin temyiz istemi hakkında yapılan incelemede;

Asliye Ceza Mahkemesince görevsizlik kararı verilmesinden önce mahkemenin talebi üzerine, sanığa müdafii atandığı ancak Asliye Ceza Mahkemesinin görevsizlik kararının kesinleşmesi ile anılan müdafiinin görevinin sona erdiği gibi, sanığın Ağır Ceza Mahkemesinde alınan ifadesinde barodan müdafii atanmasına dair herhangi bir talebinin bulunmadığı, 5271 sayılı CMK'nın 150. maddesinin 2. ve 3. fıkraları gereğince de sanığa zorunlu müdafi atanmasını gerektirecek bir durumun bulunmadığı ve sanık tarafından verilen vekaletnameyi dosyaya sunan özel avukatının da bulunduğu hususları bir arada gözetildiğinde müdafiiye gerekçeli kararın tebliği üzerine kararı temyiz etmiş ise de anılan müdafiinin sanık hakkında verilen mahkumiyet hükmünü temyize yetkisi bulunmadığı belirlenmekle; sanık müdafiinin temyiz isteminin, 1412 sayılı CMUK'nın 317. maddesi uyarınca REDDİNE,

Sanıklar hakkında hırsızlık suçundan kurulan mahkumiyet hükümlerine ilişkin katılanlar vekillerinin ve sanığın temyiz istemlerinin incelenmesinde;

5237 sayılı TCK'nın 53. maddesinin bazı bölümlerinin iptaline ilişkin Anayasa Mahkemesinin 24/11/2015 tarihinde yürürlüğe giren 08/10/2015 gün ve 2014/140 esas, 2015/85 sayılı kararı da nazara alınarak bu maddede öngörülen hak yoksunluklarının uygulanmasının infaz aşamasında gözetilmesi mümkün görülmüş; dosya içeriğine göre diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiştir. Ancak Sanıkların gece vakti NATO boru hattını delerek 4900 kg uçak yakıtı çalmaları şeklinde gerçekleşen olayda; 5252 sayılı Kanun'un 9/3. maddesi uyarınca sanıklar lehine olan Kanun'un önceki ve sonraki kanunların ilgili bütün hükümleri olaya uygulanarak ortaya çıkan sonuçların birbiriyle karşılaştırılması suretiyle bulunacağından, 765 sayılı TCK'nın 493/son ve 522. (sanık yönünden ayrıca 81. md.) maddeleri ile 5237 sayılı TCK'nın 142/1-b, 143. maddeleri ve 152/1-a maddesi uyarınca ayrı ayrı hükümler kurulup elde edilecek sonuca göre lehe olan Kanun'un belirlenmesi gerektiği gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurulması,

Kabule göre de;

a)Güneşin doğuş ve batış zamanlarını gösteren çizelgeye göre, suç tarihinde güneşin doğuş saatinin yaz saati uygulaması da dikkate alındığında, saat 07.06 olduğu, 5237 sayılı TCK'nın 6/1-e maddesine göre gecenin saat 06.06’da biteceği, tanık beyanları ve kolluk görevlilerince düzenlenen olay tutanağına göre atılı suçun 01.00 - 02.00 sıralarında gece vakti işlendiğinin anlaşılması karşısında; sanıklar hakkında hırsızlık suçundan hükmolunan cezanın 5237 sayılı TCK'nın 143/1. maddesiyle artırılması gerektiğinin gözetilmemesi,

b) Kolluk görevlilerince düzenlenen olay, görgü tespit ve zapt etme tutanağı ile 14/10/2003 tarihli olay yeri inceleme raporuna göre, sanıkların NATO boru hattını delerek ve boruya monte ettikleri vanaya taktıkları borudan uçak yakıtını çalarken suça konu yakıtın bir kısmının da yere döküldüğünün tespit edildiği, yakıtın bir kısmının yere dökülmesi sebebiyle katılanın tasarruf olanağının kaybolması sonucu eylemin tamamlandığının anlaşılması karşısında, eylemin teşebbüs aşamasında kaldığı belirtilerek 5237 sayılı TCK'nın 35. maddesi uygulanmak suretiyle sanıklar hakkında eksik ceza tayin edilmesi,

c) Sanık'ın adli sicil kaydında yer alan Asliye Ceza Mahkemesinin 14/09/2000 gün ve 2000/512-548 E-K. sayılı kararı ile 6136 sayılı Kanunun 13/1. maddesine muhalefet etme suçundan verilen hapisten çevrili para cezasının infaz tarihi 05/11/2002 olup, tekerrüre esas olduğu halde, sanık hakkında 5237 sayılı TCK'nın 58. maddesi uyarınca tekerrür hükümlerinin uygulanması gerektiğinin gözetilmemesi bozmayı gerektirmiş, sanığın ve katılanlar vekillerinin temyiz itirazları bu bakımdan yerinde görülmüş olduğundan hükümlerin bu sebeplerden dolayı isteme aykırı olarak bozulmasına, 07/03/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.


Danıştay 5. Daire
2016/18730 E. 2017/21649 K.
K. Tarihi: 25.10.2017
Mahkeme: İdare Mahkemesi
KONU: Gizli tutulması zorunlu olan ve görevi ile ilgili bulunan bilgi ve belgeleri görevli veya yetkili olmayan kişilere açıklamak" fiilini işlediğinden bahisle meslekten çıkarma cezası ile cezalandırılmasına ilişkin İçişleri Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu kararının iptali istemi.

Özet: İdare Mahkemesinin 18.3.2014 tarihli kararıyla; dosyada bulunan telefon kayıtlarına ilişkin dökümlerin incelenmesi neticesinde davacının, hakkında gizlilik kararı olan olay ile ilgili haber muhabirleri ile ilgili sürekli iletişim halinde olduğu, olay hakkında karşılıklı bilgi alışverişinin sağlandığı, Emniyet Teşkilatı Disiplin Tüzüğü'nün 8/13. maddesinde yer alan fiilin sübut bulduğu ve dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle dava reddedilmiştir. Davacı, dava konusu işlemin hukuka aykırı olduğunu ileri sürmekte ve İdare Mahkemesi kararının temyizen incelenerek bozulmasını istemektedir.

Karar: Dava; İlçe Emniyet Müdürü olarak görev yapan davacının, Emniyet Teşkilatı Disiplin Tüzüğü'nün 8/13. maddesinde yer alan "Gizli tutulması zorunlu olan ve görevi ile ilgili bulunan bilgi ve belgeleri görevli veya yetkili olmayan kişilere açıklamak" fiilini işlediğinden bahisle meslekten çıkarma cezası ile cezalandırılmasına ilişkin İçişleri Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulunun kararının iptali istemiyle açılmıştır. İdare Mahkemesinin kararıyla; dosyada bulunan telefon kayıtlarına ilişkin dökümlerin incelenmesi neticesinde davacının, hakkında gizlilik kararı olan olay ile ilgili haber muhabirleri ile ilgili sürekli iletişim halinde olduğu, olay hakkında karşılıklı bilgi alışverişinin sağlandığı, Emniyet Teşkilatı Disiplin Tüzüğünün 8/13. maddesinde yer alan fiilin sübut bulduğu ve dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle dava reddedilmiştir. Davacı, dava konusu işlemin hukuka aykırı olduğunu ileri sürmekte ve İdare Mahkemesi kararının temyizen incelenerek bozulmasını istemektedir. Dosyanın incelenmesinden, davacının İlçe Emniyet Müdürü olarak görev yaptığı dönemde, Sulh Ceza Mahkemesinin kararıyla dosya taraflarının ve müdafilerinin dosyayı inceleme ve örnek alma yetkilerinin kısıtlanmasına karar verildiği, davacının bu olayla alakalı olarak temsilcisi ve muhabiri ile telefon görüşmeleri yaptığı, bu durumun Mahkemesince verilen soruşturma sayılı iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması kararının uygulanması sonucunda elde edilen tapelerden tespit edildiği, disiplin soruşturması kapsamında alınan ifadelerde davacı tarafından haber muhabirlerine herhangi bir şekilde bilgi verilmediği şeklinde beyanların bulunduğu, dava konusu işlemle, davacı hakkında gizli tutulması zorunlu olan ve görevi ile ilgili bulunan bilgi ve belgeleri görevli veya yetkili olmayan kişilere açıklamak suçunu işlediği gerekçesiyle verilen meslekten çıkarma cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin işlemin iptali talebiyle temyizen bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmıştır. Anayasa Mahkemesinin 14.1.2015 tarih ve E:2014/100, K:2015/6 sayılı kararında da belirtildiği üzere, ceza hukukunun temel ilkelerinin disiplin hukuku açısından da geçerli olduğunun kabulü gerekmektedir. Dava konusu meslekten çıkarma cezasına esas alınan ve davacıya isnat edilen fiilin, mahkemenin iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması kararının uygulanması sonucunda elde edilen tapelerden tespit edildiği görüldüğünden, öncelikle bu tapelerin davacıya verilen meslekten çıkarma cezası açısından delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunun irdelenmesi gerekmektedir. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 217. maddesinin ikinci fıkrasında, yüklenen suçun hukuka uygun bir şekilde elde edilmiş her türlü delille ispat edilebileceği hükmü yer almakla birlikte, Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun E:2013/483, K:2013/599 sayılı kararında, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi sırasında elde edilen delillerin aynı Kanun'un 135. maddesinin altıncı fıkrasında sayılanlar dışında bir suçun soruşturma ve kovuşturulmasında kullanılamayacağı ve bu durumun delil değerlendirilmesi yasağı kapsamında olduğu kabul edilmiştir. Bu bağlamda, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi sırasında elde edilen ve Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 135. maddesinde yer alan suçlar kapsamında bulunmayan bir fiile ilişkin olan ses kayıtlarının, tek başına delil olarak kullanılamayacağı ve hukuka uygun olarak elde edilmiş başka delil ve belgeler olmaksızın sadece bu delillere dayanılarak disiplin cezası verilemeyeceği sonucuna ulaşılmaktadır. Dava konusu disiplin cezasına gerekçe olan "Gizli tutulması zorunlu olan ve görevi ile ilgili bulunan bilgi ve belgeleri görevli veya yetkili olmayan kişilere açıklamak" fiili, anılan 135. maddedeki suçlar kapsamında yer almamasına rağmen, sadece tape kayıtlarından yola çıkılarak tesis edilen meslekten çıkarma cezasına ilişkin işlemde hukuka uyarlık, davayı reddeden Mahkeme kararında hukuki isabet görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, davacının temyiz isteminin kabulüyle İdare Mahkemesinin kararının; 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun geçici 8. maddesi gereğince uygulanmasına devam edilen 3622 sayılı Kanun ile değişik 49. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendi uyarınca BOZULMASINA karar verilmiştir.


Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi İkinci Bölüm
Başvuru No:​2017/29989
Karar Tarihi: 19/04/2018
Mahkeme: Bölge Adliye Mahkemesi
Konu: Başvuru, gerekçeli istinaf dilekçesine rağmen incelemenin yalnızca kamu düzeniyle sınırlı olarak yapılması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

Özet: Başvurucu tarafından sunulan süre tutum dilekçesinin içeriği, istinaf yoluna gidileceğini ortaya koyan iradeden ibaret olup gerekçeli karar henüz açıklanmadığından istinaf nedenlerini içermesi beklenemez. Yargıtay içtihatlarında istikrarlı olarak süre tutum isteminde bulunulması hâlinde temyiz isteğinin gerekçeli kararın tebliğinden itibaren işleyeceği belirtilmektedir. Öte yandan Yargıtay, BAM'ların fiilen göreve başlamasından sonra hükmün gerekçesiyle birlikte tehfim edilmediği hâllerde istinaf süresinin gerekçeli kararın tefhiminden itibaren işleyeceğini kabul etmektedir.

Karar: Başvuru, gerekçeli istinaf dilekçesine rağmen incelemenin yalnızca kamu düzeniyle sınırlı olarak yapılması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

Başvuru Konusu, Başvurucuya ait işyerinde reyon sorumlusu olarak çalışan işçi 5/5/2014 tarihli noter ihtarnamesi ile fazla çalışma, genel tatil, dinî ve millî bayram tatili ile yıllık izin ücretinin ödenmediği iddiasıyla iş akdini feshetmiştir.İşçi dava dilekçesinde; işçi alacaklarının ödenmemesi nedeniyle iş akdini haklı nedene dayalı olarak feshettiğini belirterek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla kıdem tazminatı, fazla mesai ücreti, genel tatil ücreti ve yıllık izin ücretinin başvurucudan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. İş Mahkemesi yapmış olduğu yargılama sonunda davanın kabulüne karar vermiştir. Mahkemenin gerekçeli kararında özetle, yapılan yargılamada toplanan delillere göre davacı işçinin iş akdinin bir kısım işçilik alacağının ödenmemesi nedeniyle haklı olarak feshedildiği belirtilmiştir.

Başvurucu vekili 30/12/2016 tarihinde Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmek üzere bir dilekçe sunmuştur. Başvurucu vekilinin süre tutum dilekçesi olarak vasıflandırdığı dilekçede 28/12/2016 tarihli kararın Yargıtay içtihatlarına ve hukuka aykırı olması nedeniyle istinaf kanun yoluna başvurulduğu ve gerekçeli kararın tebliğine kadar istinaf süresinin durdurulmasının talep edildiği belirtilmektedir.

BAM Hukuk Dairesi kararında istinaf başvurusunun süresinde yapılmasına rağmen istinaf nedenlerini içeren dilekçe, süresinde verilmediğinden yalnızca kamu düzeni ile sınırlı olarak inceleme yapılabileceğine hükmetmiştir. BAM Hukuk Dairesi, kamu düzeni ile sınırlı olarak yapmış olduğu inceleme sonucunda ilk derece mahkemesi kararında kamu düzenine aykırı bir husus bulunmadığından istinaf başvurusunun esastan reddine kesin olarak karar vermiştir.Nihai karar 20/6/2017 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiş, başvurucu 11/7/2017 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

Başvurucu; ilk derece mahkemesinin kararından sonra süresi içinde istinaf başvurusunda bulunduğunu ve gerekçeli kararın tebliğinden sonra 6100 sayılı Kanun'da öngörülen iki haftalık süre içinde istinaf nedenlerini belirtir dilekçeyi sunduğunu, dolayısıyla istinaf nedenlerinin incelenmesi gerektiğini iddia etmiştir. Başvurucu, hukuka uygun olarak yapmış olduğu istinaf başvurusunu inceleyen Gaziantep BAM 9. Hukuk Dairesinin mevzuatta düzenlenmemiş olmasına rağmen gerekçeli kararın tebliğinden sonra sekiz günlük bir süre ihdas ederek istinaf nedenlerini incelemekten kaçındığını ve aynı Mahkemenin bu karara aykırı olarak verdiği başka kararlar bulunduğunu da belirterek hak arama özgürlüğünün ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

Anayasa’nın "Hak arama hürriyeti" kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir."

Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder. Başvurucunun istinaf nedenlerinin BAM tarafından süre aşımı nedeniyle incelenmediği yönündeki iddialarının mahkemeye erişim hakkı kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla mahkemeye erişim hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün bir unsurudur. Diğer yandan Anayasa'nın 36. maddesine "adil yargılanma" ibaresinin eklenmesine ilişkin gerekçede, Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerce de güvence altına alınan adil yargılanma hakkının madde metnine dâhil edildiği vurgulanmıştır. Sözleşme'yi yorumlayan AİHM, Sözleşme'nin 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasının mahkemeye erişim hakkını içerdiğini belirtmektedir.

Somut olayda, ilk derece mahkemesi kararına karşı yapılan istinaf başvurusundaki başvurucu tarafından ileri sürülen istinaf nedenleri süre aşımı gerekçesiyle reddedilip istinaf incelemesi kamu düzeni ile sınırlı olarak yapıldığından mahkemeye erişim hakkına yönelik bir müdahalenin bulunduğu görülmektedir.

Başvurucunun ilk derece mahkemesi kararına karşı yaptığı istinaf başvurusunun yalnızca kamu düzenine ilişkin hususlar nedeniyle değerlendirilip başvurucu tarafından ileri sürülen istinaf nedenlerinin süre aşımı nedeniyle incelenmemesinin 6100 sayılı Kanun'un 345. maddesi yollamasıyla karar tarihinde yürürlükte bulunan 5521 sayılı mülga Kanun'un 8. maddesine dayalı olduğu görülmektedir. Bu kapsamda somut olayda başvurucunun mahkemeye erişim hakkına yönelik müdahalenin kanuni dayanağının mevcut olduğu anlaşılmıştır.

İstinaf nedenlerinin açıkça belirtilmesi zorunluluğu taraflarca istinaf dilekçelerinin ciddiyetle ele alınması, istinaf mahkemelerinin gereksiz yere meşgul edilmemesi ve böylece önem taşıyan nitelikli başvurular üzerinde yoğunlaşmasını temin etmeye yöneliktir. İstinaf nedenlerinin belirtilmesi zorunluluğu en genel ifadesiyle hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan adaletin iyi yönetimi ve yargılamaların makul süre içinde tamamlanmasını hedeflemekte olup anayasal açıdan meşru bir amaca dayalıdır.

Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan mahkemeye erişim hakkı mutlak olmayıp sınırlamalara konu olabilir. Ancak Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi uyarınca anılan sınırlamaların mahkemeye erişimi imkânsız hâle getirmemesi ya da aşırı derecede zorlaştırmaması gerekir. Kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen hukuki veya fiilî sınırlamalar mahkemeye erişim hakkını ihlal edebilir.

Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz.

Ölçülülük ilkesi; öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını ve bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir. Öngörülen tedbirin kişiyi olağan dışı ve aşırı bir yük altına sokması durumunda müdahalenin ölçülü olduğundan söz edilemez. Müdahalenin ölçülülüğü değerlendirilirken ilgili yasal düzenlemelerle birlikte somut olayın koşulları ve başvurucunun tutumu da gözönünde bulundurulmalıdır.

İlk derece mahkemesinin tefhim edilen kısa kararında gerekçe bulunmamasına rağmen kanun yoluna başvurma süresinin başladığı hâllerde süreyi kaçırmak istemeyen taraflar, gerekçeli kararın açıklanmasını beklemeden kanun yoluna başvurma iradesini ortaya koyan dilekçeler sunmakta olup anılan dilekçeler uygulamada süre tutum isteği olarak adlandırılmaktadır. Nitekim başvurucu da kısa kararın tefhiminden sonra kanunda öngörülen sekiz gün içinde süre tutum dilekçesini sunmuş ve istinaf yolu için öngörülen harçları Mahkeme veznesine yatırmıştır.

Başvurucu tarafından sunulan süre tutum dilekçesinin içeriği, istinaf yoluna gidileceğini ortaya koyan iradeden ibaret olup gerekçeli karar henüz açıklanmadığından istinaf nedenlerini içermesi beklenemez. Yargıtay içtihatlarında istikrarlı olarak süre tutum isteminde bulunulması hâlinde temyiz isteğinin gerekçeli kararın tebliğinden itibaren işleyeceği belirtilmektedir. Öte yandan Yargıtay, BAM'ların fiilen göreve başlamasından sonra hükmün gerekçesiyle birlikte tehfim edilmediği hâllerde istinaf süresinin gerekçeli kararın tefhiminden itibaren işleyeceğini kabul etmektedir.

Somut olayda başvurucu, ilk derece mahkemesi kararına karşı süresinde istinaf yoluna gitmiştir. Tefhim edilen kısa kararın gerekçe içermemesi nedeniyle süre tutum dilekçesinde istinaf nedenlerini belirtme imkânının bulunmadığı açıktır. Bu husus esas olarak Gaziantep BAM tarafından da kabul edilmiş ve başvurucunun istinaf nedenlerini içermeyen süre tutum isteğinin istinaf yoluna başvurabilmek için yeterli olduğuna işaret edilmiştir. Ancak başvurucu gerekçeli kararın tebliğinden on üç gün sonra 2/3/2017 tarihinde istinaf nedenlerini belirtir dilekçesini Mahkemeye sunduğundan Gaziantep BAM, istinaf nedenleri süresi içinde bildirilmediğinden 6100 sayılı Kanun'un 355. maddesi uyarınca ilk derece mahkemesi kararında kamu düzenine aykırılık bulunup bulunmadığı yönünden yapmış olduğu sınırlı incelemeyle başvurucunun istinaf isteğini reddetmiştir.

Başvurucu, esas olarak sekiz günlük kanuni süre içinde süre tutum dilekçesi vermiş olması nedeniyle istinaf nedenlerini herhangi bir süre kısıtlaması olmadan ileri sürebileceği iddiasıyla istinaf incelemesinin eksik olduğunu ileri sürmektedir. İstinaf dilekçesinin şekli ve içeriği ile hangi süre içinde bu yola gidilebileceği ilgili kanunda açıkça düzenlenmiştir. Öte yandan kanun yoluna başvurma süresinin tefhimle başladığı durumlarda mahkemenin kısa kararında gerekçe bulunmadığı takdirde sürenin gerekçeli kararın tebliğinden itibaren başlayacağı da Yargıtay içtihatlarında tereddüte yer vermeyecek şekilde kabul edilmektedir. Hâl böyle iken derece mahkemeleri süre tutum dilekçesiyle istinaf yoluna gitme iradesini ortaya koyan başvurucunun lehine olarak istinaf nedenlerini sunabilmesi için sekiz günlük süreyi gerekçeli kararın tebliğinden itibaren başlatmış, ne var ki başvurucu anılan süre içinde istinaf nedenlerini belirtmemiştir.

İstinaf Mahkemelerinin daha etkin ve nitelikli çalışmaları bakımından istinaf dilekçelerinin istinaf nedenlerini içermesi zorunluluğu öngörülmüştür. Öte yandan kanun yoluna başvurma iradesini ortaya koyan süre tutum dilekçesinin ilgili yargı yerine verilmesinden sonra bu dilekçenin kişinin iradesine bırakılmadan belirli bir süre içinde verilmesi gerektiği şeklinde derece mahkemeleri yorumunun aşırı şekilci (katı) olmadığı gibi mahkemeye erişimi aşırı derece zorlaştırmadığı ya da imkânsız hâle getirmediği anlaşılmaktadır.

Açıklanan gerekçelerle başvurucunun Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan mahkemeye erişim hakkının ihlal edilmediğine karar verilmesi gerekir.

Açıklanan gerekçelerle;Mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamında mahkemeye erişim hakkının İHLAL EDİLMEDİĞİNE, Yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde BIRAKILMASINA,Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 19/4/2018 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.


BaroKart Blog'da bulunan Yüksek Mahkeme Kararları yargitay.gov.tr, danistay.gov.tr, anayasa.gov.tr resmi internet sitelerinden alınmıştır.

Nasıl TL Yüklenir?

BaroKart'ınıza TL Yükle sayfasından yükleme yapabilirsiniz.
TL yüklemek için tıklayınız.