Yargıtay 6. Hukuk Dairesi
2015/7969 E, 2016/4359 K., 02.06.2016
Mahkemesi: Asliye Hukuk Mahkemesi
Talep: Satış Vaadi Sözleşmesine Dayalı Tapu İptali ve Tescil
ÖZET: Murisin satış vaadinde bulunmayan başka mirasçıları da mevcut olduğundan taşınmazdaki elbirliği mülkiyeti paylı mülkiyete çevrilmeden sözleşmenin ifası mümkün olamayacağından mahkemece davanın reddi gerekirken kabul hükmü kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
KARAR: Davacılar vekili tarafından, davalılar aleyhine verilen dilekçe ile tapu iptali ve tescil istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen hükmün Yargıtayca incelenmesi istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelendi.
Kaynağını Türk Borçlar Kanununun 29. maddesinden alan taşınmaz satış vaadi sözleşmeleri, Türk Borçlar Kanununun 237. maddesi ile Türk Medeni Kanununun 706. ve Noterlik Kanununun 89. maddesi hükümleri uyarınca noter önünde re’sen düzenlenmesi gereken, bir başka anlatımla geçerliliği resmi şekil şartına bağlı kılınan, tam iki tarafa borç yükleyen ve kişisel hak sağlayan sözleşme türüdür. Vaat alacaklısı, taşınmaz satış vaadi sözleşmesi ile mülkiyet devir borcu yüklenen satıcıdan edim yerine getirilmediğinde Türk Medeni Kanununun 716. maddesi uyarınca açacağı tapu iptali ve tescil davasında borcun hükmen yerine getirilmesini isteyebilir.
Satış vaadi sözleşmesinden kaynaklanan davaların kabulüne karar verebilmek için sözleşmenin ifa olanağı bulunmalıdır. Elbirliği mülkiyetine (TMK m.701) konu bir taşınmazda elbirliği (iştirak halinde) ortaklarından birinin, ortaklık dışı bir kişiye satım vaadinde bulunması halinde, sözleşme bir taahhüt muamelesi olarak geçerli olmakla birlikte elbirliği ortaklığı çözülünceye kadar sözleşmenin ifa olanağının varlığından söz edilemez. Bu durum, satışı vaat edilen taşınmazın tapusunda temliki tasarrufu engelleyen bir kaydın bulunması veya 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesi hükmüne aykırı şekilde taşınmaz satışı vaat edilmesi ya da vaade konu taşınmazın bir başka mahkemede mülkiyet uyuşmazlığına konu olması halinde de geçerlidir.
Somut olayda; satışı vaat edilen taşınmaz, satış vaadinde bulunanların murisi adına tapuda kayıtlı olup elbirliği mülkiyetine tabidir. Kendisine satış vaadinde bulunulan ise elbirliği maliklerinden değildir. Murisin satış vaadinde bulunmayan başka mirasçıları da mevcut olduğundan taşınmazdaki elbirliği mülkiyeti paylı mülkiyete çevrilmeden sözleşmenin ifası mümkün olamayacağından mahkemece davanın reddi gerekirken kabul hükmü kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 04.04.2016 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Yargıtay 1. Ceza Dairesi
2016/4125 E. 2016/4125 E. , 2016/3137 K., 20/06/2016
SUÇ : Ağır Ceza Mahkemesi
SUÇ : Kanun Yararına Bozma
ÖZET : Hükümlünün birden çok kesinleşmiş mahkumiyetinin bulunması halinde infazda kolaylık sağlanması için cezaların toplanması, infazı gereken tüm hapis cezaları için toplam süre üzerinden tek bir şartla tahliye tarihi, deneme süresi ve bihakkın tahliye tarihinin saptanması ve cezaların infazları ile deneme sürelerinin çakışmasının önlenmesi amaçlanmaktadır. Hükümlü hakkında tayin olunan hürriyeti bağlayıcı cezaların şartla tahliye süreleri ve infaz rejimlerinin farklı olması anılan yasa maddesinin uygulanmasına engel değildir.
KARAR: KARAR: Muhtelif suçlardan hükümlü hakkındaki doğrudan hükmedilen hapis cezaları ile adli para cezalarından çevrilme hapis cezalarının 5275 sayılı Ceza Ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun'un 99 ve 101/2. maddeleri gereğince 9 yıl 14 ay 1249 gün hapis cezası olarak toplanmasına dair Ağır Ceza Mahkemesinin kararını müteakip, hükümlü hakkındaki içtima kararı çözülerek doğrudan hükmedilen hapis cezalarının 9 yıl 14 ay hapis cezası olarak içtima edilmesine yönelik talebin kabulü ile anılan içtima kararının çözülmesine, hükümlü hakkında doğrudan hükmedilen hapis cezalarının 9 yıl 14 ay hapis cezası olarak, adli para cezasından çevrilme hapis cezalarının ise 1249 gün hapis cezası olarak toplanmasına, hükümlü hakkındaki hapis cezaları ile adli para cezasından çevrilen hapis cezalarının ayrı ayrı infazına ilişkin Ağır Ceza Mahkemesinin 22/01/2016 tarihli kararına karşı yapılan itirazın reddine dair Ağır Ceza Mahkemesinin 16/02/2016 tarihli ve 2016/239 kararı ile ilgili olarak; Benzer bir olay sebebiyle Yargıtay Ceza Dairesinin 15/12/2010 ilamında; ”5275 sayılı Yasanın 99. maddesine göre, bir kişi hakkında hükmolunan her bir ceza diğerinden bağımsızdır, varlıklarını ayrı ayrı korurlar; ancak, bir kişi hakkında başka başka kesinleşmiş hükümler bulunur ise 107. maddenin uygulanabilmesi yönünden mahkemeden bir toplama kararı islenir. Bu düzenleme ile hükümlünün birden çok kesinleşmiş mahkumiyetinin bulunması halinde infazda kolaylık sağlanması için cezaların toplanması, infazı gereken tüm hapis cezaları için toplam süre üzerinden tek bir şartla tahliye tarihi, deneme süresi ve bihakkın tahliye tarihinin saptanması ve cezaların infazları ile deneme sürelerinin çakışmasının önlenmesi amaçlanmaktadır. Hükümlü hakkında tayin olunan hürriyeti bağlayıcı cezaların şartla tahliye süreleri ve infaz rejimlerinin farklı olması anılan yasa maddesinin uygulanmasına engel değildir. Cezaların infazındaki bu farklılık, şartla ve bihakkın tahliye tarihlerinin de farklı olmasını gerektirmeyecek, hükümlünün farklı süre ve rejimlere tabi her bir cezası açısından cezaevinde geçireceği sürelerin C.Başsavcılığı tarafından müddetnamede gösterilmesi yeterli olacak ancak yine toplam ceza süresi üzerinden tahliye tarihleri hesaplanacaktır." şeklinde belirtildiği üzere, doğrudan hükmedilen hapis cezaları ile adli para cezasından çevrilme hapis cezalarının ayrı ayrı infaz edilmeleri halinde adli para cezasından çevrili hapis cezalarının 5275 sayılı Kanun'un 107/3. maddesinde belirtilen koşullu salıverilme sürelerinin içinde erimesinin engelleneceği ve bu durumun hükümlü aleyhine sonuçlar doğuracağı gibi, tek bir şartla tahliye tarihi, deneme süresi ve bihakkın tahliye tarihinin saptanması ve cezaların infazları ile deneme sürelerinin çakışmasının önlenmesinin sağlanamayacağı gözetilmeden, merciince yapılan itirazın kabulü yerine reddine karar verilmesinde isabet görülmediğinden bahisle 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 309. maddesi uyarınca anılan kararın bozulması lüzumu Yüksek Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü 26.04.2016 gün ve 94660652-105-06-3952-2016 KYB sayılı yazılı istemlerine müsteniden ihbar ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 18.05.2016 tarihli ve 2016/195092 sayılı tebliğnamesine bağlı dosyası dairemize gönderilmekle, okundu, gereği konuşulup düşünüldü.
Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü'nün kanun yararına bozma isteyen yazısına dayanan tebliğnamede ileri sürülen düşünce yerinde görüldüğünden,. Ağır Ceza Mahkemesinin 16/02/2016 tarihli ve 2016/239 değişik iş sayılı kararının 5271 sayılı CMK'nun 309. maddesi uyarınca kanun yararına BOZULMASINA, müteakip işlemlerin mahallinde mahkemesince yerine getirilmesine, dosyanın mahkemesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 20/06/2016 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi İkinci Bölüm
Başvuru Numarası: 2014/4038
Karar Tarihi: 16.06.2016
ÖZET: Başvuru konusu olay açısından soruşturma kapsamında ölüm olayının nedenini aydınlatmak için gerekli adımların zamanında atıldığının söylenemeyeceği, sorumluların tespitine yarayabilecek bütün delillerin toplanması konusunda gerekli özenin gösterilmediği, soruşturmanın çok uzun bir süre sonuca götürecek hiçbir işlem yürütülmeksizin rutin yazışmalarla sürüncemede bırakıldığı, bu durumun daha da ötesinde herhangi bir kesin sonuca ulaşılmasını ortadan kaldıracak bir şekilde zamanaşımı nedeniyle dosya hakkında kovuşturmaya yer olmadığı (KYO) kararı verilmesi ile soruşturma sürecinin Anayasa’nın 17. maddesinin gerektirdiği yeterlilik ve hızda bir inceleme içermediği sonucuna ulaşılmış ve yaşam hakkının esasının ihlal edilmediğine, yaşam hakkı kapsamında etkili soruşturma yürütme yükümlülüğünün ihlal edildiğine hükmedilmiştir..
BAŞVURUNUN KONUSU
Başvuru, başvurucunun oğlunun kaybolduktan sonra yaşamını yitirmesi ile sonuçlanan olaya ilişkin olarak etkili bir soruşturma yürütülmemesi, fail veya faillerin tespiti yönünde hiçbir çaba sarf edilmemesi ve soruşturma hakkında zamanaşımından düşme kararı verilmesi nedenleriyle yaşam hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
OLAY VE OLGULAR
Başvurucu İsak Tepe, oğlu Ferhat Tepe'nin kaçırıldığını veya güvenlik güçleri tarafından götürüldüğünü ileri sürerek 29/07/1993 tarihinde Bitlis Cumhuriyet Başsavcılığına başvuruda bulunmuş ve telefonunun dinlemeye alınmasını talep etmiştir.
4/8/1993 tarihinde, Elazığ ili Sivrice ilçesi sınırları içinde bulunan Hazar Gölü kenarında bir ceset bulunduğu ihbarı üzerine ölü muayene ve tespit işlemleri yapmıştır.Göl kenarında bulunan cesede ait fotoğrafların 9/8/1993 tarihinde teşhis ettirilmesi üzerine Talat Tepe, kimliği belirsiz şahsın amcasının oğlu Ferhat Tepe olduğunu ifade etmiştir.Başvurucu, Bitlis Cumhuriyet Başsavcılığına müracaatta bulunmuş ve oğlunun söz konusu bölgeye kaçırıldığı ve tasarlanarak öldürüldüğü yönünde şikâyetçi olmuştur.
15/11/1994 tarihinde, soruşturmanın başladığı 4/8/1993 tarihinden itibaren yapılan tüm araştırmalara rağmen olayın faillerine yönelik olarak kesin ve somut delil elde edilememesi üzerine zamanaşımı süresine kadar sürekli olarak aranmaları ve yakalandıklarında mevcutlu olarak Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığına getirilmeleri hususunda daimî arama kararı verilmiştir. Bu tarihten itibaren Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığı üçer aylık periyotlarda dosyanın akıbeti hakkında Elazığ Emniyet Müdürlüğüne (Emniyet Müdürlüğü) ve Elazığ Jandarma Komutanlığına (Jandarma Komutanlığı) çeşitli müzekkereler yazarak soruşturmanın akıbetiyle ilgili bilgi almıştır.
Başvurucu 4/5/1995 tarihinde somut başvurudaki şikâyetlerle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) başvurmuş, AİHM 9/5/2003 tarihli kararında ulusal makamların, başvuranın oğlunun ölümüyle ilgili olarak etkili ve yeterli bir soruşturma yürütmedikleri gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Sözleşme/AİHS) 2. ve 13. maddelerinin ihlal edildiğine karar vermiş, başvuran lehine 14.500 avro manevi tazminat ve 14.500 avro yargılama giderine hükmetmiştir.
Olay tarihinde Tatvan 6. Tugay Komutanı General (K.T.nin) ölen şahsı kaçırdığı iddia edilmiş ise de, dosyanın incelenmesinde ölen Ferhat Tepe'nin güvenlik güçleri tarafından gözaltına alındığına ya da kaçırıldığına dair, ayrıca ölenin işkence sonucu öldüğüne dair hiçbir somut delil bulunmadığından General (K.T.nin) ifadesinin alınmasına gerek duyulmamıştır.
Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığı 24/9/2013 tarihinde, başvurucunun oğlunun kaçırılarak öldürüldüğü yönündeki şikâyeti sonucunda başlayan soruşturma kapsamında yapılan tüm araştırmalar neticesinde herhangi bir faile ulaşılamadığı, söz konusu soruşturmaya konu tasarlayarak adam öldürme suçunun suç tarihi itibarıyla 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 450. maddesi kapsamında olduğu ve bu suçun zamanaşımının aynı Kanun’un 102/1 maddesi uyarınca yirmi yıl olduğu ve bu sürenin de 4/8/2013 tarihinde dolduğu gerekçesiyle zamanaşımı sebebiyle kovuşturmaya yer olmadığına karar vermiştir.
Başvurucu, vekili aracılığıyla söz konusu kovuşturmaya yer olmadığı kararına 11/10/2013 tarihinde itiraz etmiştir. Malatya 1. Ağır Ceza Mahkemesi 19/11/2013 tarihinde verdiği kararda “…kararın, dosya kapsamına, toplanan delillere uygun olduğu, kararda usul ve yasaya aykırı bir durum olmadığı…” gerekçesiyle söz konusu itirazı reddetmiştir.
Başvurucu anılan kararı 18/3/2014 tarihinde öğrendiğini belirtmekte olup 20/3/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
İNCELEME VE GEREKÇE
Yaşamı Koruma ve Öldürmeme Yükümlüğü Hakkında İnceleme
Kamu görevlilerinin güç kullanması sonucu gerçekleştiği iddia edilen ölüm olaylarının da şüphesiz devletin sahip olduğu "hiçbir bireyin yaşamına son vermeme" negatif yükümlülüğü kapsamında incelenmesi gerekmektedir. Bu yükümlülük hem kasıtlı bir biçimde öldürmeyi hem de kasıt olmaksızın ölümle sonuçlanan güç kullanımını içermektedir (Birsen Gülünay, B. No: 2013/2640, 21/4/2016, § 60; Cemil Danışman, B. No: 2013/6319, 16/7/2014, 44).
Bu çerçevede bir kişinin güvenlik güçleri tarafından gözaltına alındığının, tutuklandığının veya bu güçlerin kontrolü altında bulunan bir yerde bulunduğunun tereddütsüz olarak kabul edilmesi gereken koşullarda devlet, bu kişilerin yaşamlarının ve vücut bütünlüklerinin korunmasından sorumlu olduğu gibi bu arada meydana geldiği ileri sürülen ölüm veya kaybolma olaylarının nasıl gerçekleştiği hususunda makul bir açıklama getirme yükümlülüğü altındadır (Birsen Gülünay, § 64).
Bu konulardaki iddialar, uygun delillerle desteklenmelidir. İddia edilen olayların gerçekliğini tespit etmek için her türlü şüpheden uzak, makul kanıtların varlığı gerekir. Bu nitelikteki bir kanıt, yeterince ciddi, açık ve tutarlı emarelerden ya da aksi ispat edilemeyen birtakım karinelerden de oluşabilir. Ancak bu uygun koşulların tespiti hâlinde yaşam hakkı ihlalinden veya bir kötü muamelenin varlığından bahsedilebilir (Hamdiye Aslan, B. No: 2013/2015, 4/11/2015, 92, Cuma Doygun, B. No: 2013/394, 6/3/2014, § 28).
İlkelerin Somut Olaya Uygulanması
AİHM 2005 yılında verdiği kararında, somut olay hakkında hâlihazırdaki bulguları dikkate alarak başvuranın iddialarının yeterince kanıtlanamadığı; bu çerçevede başvurucunun yakının kaçırıldığına ve öldürüldüğüne dair görgü tanığının bulunmadığı, kendisinin Diyarbakır Cezaevinde tutuklu bulunduğunun da kesin olarak tespit edilemediği, eldeki verilerin, somut olayda başvuranın yakınının makul şüphenin ötesinde bir devlet görevlisi ya da devlet adına hareket eden kişiler tarafından kaçırıldığı ve öldürüldüğü sonucuna ulaşılmasını sağlayacak yeterlilikte olmadığı ve AİHS’in 2. maddesinin ihlal edilmediği sonucuna ulaşmıştır.
Bu durumda Anayasa Mahkemesinin AİHM’in verdiği karar sonrasında yürütülen soruşturma işlemleri sonucunda varsa elde edilen bulgulara göre bu konuda yeniden bir inceleme yaparak bir sonuca ulaşması gerekmektedir. AİHM kararı sonrası yürütülen ve aşağıda değerlendirme konusu yapılan soruşturma işlemlerine bakıldığında AİHM’in inceleme konusu yaptığı bilgi ve belgelerin ötesinde yeni bir veriye ulaşılamadığı, başvurucunun da başvuru dilekçesinde yaşam hakkının maddi boyutunun ihlal edildiğine yönelik yeni bir iddiada bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Olay hakkında yürütülen soruşturmanın etkililiği ile de bağlantılı olmak üzere somut olayda Anayasa Mahkemesi açısından başvurucunun yakınının kamu görevlileri tarafından ya da kamu görevlilerinin suç ortaklığı yapması sonucu gözaltına alındığı ve öldürüldüğü yönünde bir inceleme yapılmasını gerektirecek (makul şüphenin ötesinde) bir tespitte bulunulması mümkün görünmemektedir.
Açıklanan nedenlerle yaşam hakkının esasının ihlal edilmediğine hükmedilmesi, somut olay açısından incelemenin doğrudan olay hakkında yürütülen soruşturmanın etkili olup olmadığı hususunda yapılması gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.
Yaşam Hakkının Usul Boyutu Hakkında İnceleme
Başvuru konusu olaydaki gibi bir olayın nasıl gerçekleştiğine ve faillerinin kimler olduğuna dair çok fazla somut bilginin bulunmadığı durumlarda şüpheli herhangi bir şey görmesi ya da duyması olası kişilerin, yine bu çerçevede olaylara karışmış olduğu ileri sürülen kişilerin hiç sorgulanmaması ya da çok geç sorgulanması yürütülen soruşturmanın ölüm olayının nedenini veya sorumlu kişilerin ortaya çıkarılması imkânını zayıflatan önemli bir eksiklik olarak ortaya çıkmaktadır (Yavuz Durmuş ve diğerleri, § 61).
Soruşturma sürecinde 2004 yılı itibarıyla olayın kamu görevlileri ile bir ilgisi bulunmadığı yönünde bir kabulün bulunduğu ancak olayın başka bir şekilde gerçekleşmiş olabileceğini ortaya koyabilecek şekilde soruşturmanın herhangi bir şekilde genişletilmemiş olduğu da görülmektedir. Somut soruşturmanın koşullarında Cumhuriyet Başsavcılığının rutin yazışmalar dışında hareketsiz kalması, olayın gerçekleşme şekli ve elde edilen delillere bağlı olarak kaçınılmaz bir durum olduğu değerlendirmesi yapılmasını mümkün kılmamaktadır.
Diğer yandan AİHM kararında yer verilen tespitler açısından bir işlem yürütülmemesi, başvurucunun da soruşturmaya ilişkin bu yöndeki taleplerinin soruşturma makamlarınca karşılanmamış olması, niçin bu yönde bir işlem yürütülmediğinin açıklanmaması ve yine başvurucuların bu yönde itirazları bulunmasına rağmen itiraz merciinin kararında bu iddiaların ayrıca karşılanmamış olması birlikte dikkate alındığında fiilen soruşturmanın ve sonuçlarının kamu denetimine açıklığının, bu kapsamda ölen kişinin yakınının, meşru menfaatini korumak için bu sürece gerekli olduğu ölçüde katılması gerekliliğinin temin edildiğinden söz edebilmek de mümkün değildir.
Başvuru konusu olay açısından yukarıda yer verilen tespitler birlikte değerlendirildiğinde soruşturma kapsamında ölüm olayının nedenini aydınlatmak için gerekli adımların zamanında atıldığının söylenemeyeceği, AİHM kararında da bu yönde tespitler bulunmasına rağmen sorumluların tespitine yarayabilecek bütün delillerin toplanması konusunda gerekli özenin gösterilmediği, soruşturmanın çok uzun bir süre sonuca götürecek hiçbir işlem yürütülmeksizin rutin yazışmalarla sürüncemede bırakıldığı, bu durumun daha da ötesinde herhangi bir kesin sonuca ulaşılmasını ortadan kaldıracak bir şekilde zamanaşımı nedeniyle dosya hakkında kovuşturmaya yer olmadığı (KYO) kararı verilmesi ile soruşturma sürecinin Anayasa’nın 17. maddesinin gerektirdiği yeterlilik ve hızda bir inceleme içermediği sonucuna ulaşılmıştır.
Açıklanan nedenlerle Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının gerektirdiği etkili soruşturma yürütme yükümlülüğünün ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
Açıklanan gerekçelerle; Yaşam hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,Yaşam hakkının esasının İHLAL EDİLMEDİĞİNE, Yaşam hakkı kapsamında etkili soruşturma yürütme yükümlülüğünün İHLAL EDİLDİĞİNE, Başvurucuya net 25.000 TL manevi tazminat ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin 16.6.2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.
Danıştay 2. Daire Başkanlığı
2015/5812 E. , 2016/868 K., 23/02/2016
Mahkemesi: İdare Mahkemesi
Talep: İdari İşlemin İptali
ÖZET : Norm kadro açığı ve ihtiyaç bulunmadığı halde anılan okula fazladan atanan öğretmenlerin, norm kadroyla ilişkilendirilmeksizin norm kadro fazlası olarak atandıkları hususunun belirtilmesi ya da norm kadro açığı bulunan başka okullarda değerlendirilmesi gerekirken, norm kadroya dahil edilmeleri sonucunda hizmet puanı sıralamasına gidilerek davacının norm kadro fazlası olarak belirlendiği görülmüş olup, atandığı tarih itibariyle görev yaptığı okulun norm kadrosuna dahil olan davacının, mevzuata aykırı olarak yapılan atamalar nedeniyle norm kadro fazlası olarak belirlenmesine ilişkin dava konusu işlemde hukuka uyarlık, davanın reddi yönündeki Mahkeme kararında ise hukuki isabet görülmemiştir.
Isparta İdare Mahkemesi'nce verilen 05/08/2015 günlü, E:2014/1134, K:2015/754 sayılı kararın, dilekçede yazılı nedenlerle 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 49. maddesi uyarınca temyizen incelenerek bozulması isteminden ibarettir. Dava; Isparta ili, Mavikent Ortaokulunda Teknoloji ve Tasarım Öğretmeni olarak görev yapan davacı tarafından, norm kadro fazlası olarak belirlenmesine ilişkin 16/10/2014 günlü işlemin iptali istemiyle açılmıştır.
Isparta İdare Mahkemesi'nin 05/08/2015 günlü, E:2014/1134, K:2015/754 sayılı kararıyla; davacının çalışmakta olduğu okula 6287 sayılı Kanun kapsamında yapılan öğretmen atamaları sonucunda, norm kadro yönetmeliğinde belirtilen unsurlardan değişen ders saatleri ve öğrenci sayıları dikkate alınarak hesaplanan norm durumunda davacının norm kadro fazlası olduğu açık olup, idarece buna yönelik tesis edilen işlemde hukuka aykırı herhangi bir yön görülmediği gerekçesiyle dava reddedilmiştir.
Davacı; usul ve yasaya aykırı olduğunu ileri sürdüğü Mahkeme kararının temyizen incelenerek bozulmasını istemektedir.
Herhangi bir nedenle istihdam alanı daralan öğretmenler ile görevli oldukları eğitim kurumlarında norm kadro esasları çerçevesinde öğretmen norm kadro sayısının azalması üzerine hizmet puanı üstünlüğüne göre yapılacak değerlendirme sonucunda hizmet puanı en az olandan başlamak üzere norm kadro fazlası olarak belirlenir. Norm kadro fazlası olarak belirlenen bu öğretmenler; öncelikle görevli oldukları yerleşim yerindeki ya da ilçedeki eğitim kurumları olmak üzere il içinde alanlarında norm kadro açığı bulunan eğitim kurumlarına tercihleri de dikkate alınarak hizmet puanı üstünlüğüne göre atanırlar." hükmüne yer verilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden; 22/08/2011 tarihinde eş durumu özrüne binaen Isparta iline atanan ve Mavikent İlköğretim Okulunda Teknoloji ve Tasarım Öğretmeni olarak görev yapmaya başlayan davacının, görev yaptığı okulun 6287 sayılı Kanun gereği ilkokul ve ortaokul olarak ikiye ayrılması sonrasında 21/06/2012 tarihinde Mavikent Ortaokuluna atandığı, 16/08/2013 tarihinde adı geçen okulun müstakil ortaokul olarak yapılandırılması ve İMKB İlkokulu ile Öğrenciler İlkokulunun alt türünde bulunan ortaokulların aynı Kanunun öngördüğü sistem çerçevesinde kapatılması nedeniyle bu okullardaki öğrencilerin Mavikent Ortaokuluna aktarıldığı, 18/07/2014 günlü Norm Kadro Tespit Çizelgesinde anılan okulun Teknoloji ve Tasarım alanında ders saatinin 48, norm kadronun ise 2 olarak belirlendiği, davacıyla beraber iki branş öğretmeninin görev yaptığı Mavikent Ortaokuluna kapatılan ortaokullarda görevli üç branş öğretmeninin daha atanması sonucunda mevcut öğretmenler ile sonradan atananlar arasındaki hizmet puanı üstünlüğü sıralamasına göre davacının norm kadro fazlası olarak belirlendiği, bu işlemin iptali istemiyle de görülmekte olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Yukarıda aktarılan düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde; dava konusu olayda gerçekleştiği şekliyle 6287 sayılı Kanunun öngördüğü sistem gereği kapatılan eğitim kurumlarında görevli öğretmenlerin, öğrencilerin taşındığı eğitim kurumlarında norm kadro açığı bulunması halinde öncelikle bu kurumlara aktarılması, norm kadro olmadığı halde bu kurumlara atanan öğretmenlerin ise norm kadro fazlası olarak belirlenmeleri gerekmektedir.
Olayda; Mavikent Ortaokulunda norm kadro açığı ve ihtiyaç bulunmadığı halde anılan okula fazladan atanan öğretmenlerin, norm kadroyla ilişkilendirilmeksizin norm kadro fazlası olarak atandıkları hususunun belirtilmesi ya da norm kadro açığı bulunan başka okullarda değerlendirilmesi gerekirken, norm kadroya dahil edilmeleri sonucunda hizmet puanı sıralamasına gidilerek davacının norm kadro fazlası olarak belirlendiği görülmüş olup, atandığı tarih itibariyle görev yaptığı okulun norm kadrosuna dahil olan davacının, mevzuata aykırı olarak yapılan atamalar nedeniyle norm kadro fazlası olarak belirlenmesine ilişkin dava konusu işlemde hukuka uyarlık, davanın reddi yönündeki Mahkeme kararında ise hukuki isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle; davacının temyiz isteminin kabulüyle, Isparta İdare Mahkemesi'nce verilen 05/08/2015 günlü, E:2014/1134, K:2015/754 sayılı kararın, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun temyize konu kararın verildiği tarih itibariyle yürürlükte olan haliyle 49. maddesinin 1/b fıkrası uyarınca bozulmasına, aynı maddenin 3622 sayılı Kanun'la değişik 3. fıkrası gereğince ve yukarıda belirtilen hususlar da gözetilerek yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın adı geçen Mahkeme'ye gönderilmesine, tebliğ tarihini izleyen onbeş gün içinde Danıştay'a kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere, 23/02/2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
BaroKart Blog'da bulunan Yüksek Mahkeme Kararları yargitay.gov.tr, danistay.gov.tr, anayasa.gov.tr resmi internet sitelerinden alınmıştır.
|