Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
2013/13-74 E.
2013/1367 K.
Kara Tarihi: 18.9.2013
ÖZET:Dava; avukatlık ücret alacağının tahsili istemine ilişkindir.
Davacı, vekilliğini üstlendiği davalı tarafından dava açma ve icra takibi yapmak konusunda yetki verildiğini, vekil sıfatıyla açtığı davayı başarı ile neticelendirdiğini, gerekçeli kararın yazımı aşamasında davalının ahzu-kabz yetkisini kaldırdığını ileri sürerek avukatlık ücretinin tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili; azilin söz konusu olmadığını, davacının vekillikten çekilmesinin haksız olduğunu bildirip davanın reddine karar verilmesi istemiştir.
Mahkemece; davacı avukata gönderilen ihtarnamenin azil niteliğinde olmadığı, işi bitirmeyen avukatın ücrete hak kazanamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Davacının temyizi üzerine, Özel Daire'ce yukarıda açıklanan nedenlerle karar bozulmuştur.
Yerel Mahkemece; önceki karardaki gerekçeler genişletilmek suretiyle direnme kararı verilmiş, direnme kararı davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; taraflar arasında düzenlenen vekâlet sözleşmesi uyarınca, davacı avukatın vekillikten istifa etmesinin haklı nedene dayalı olup olmadığı ve avukatlık ücretine hak kazanıp kazanmadığı noktasında toplanmaktadır.
KARAR:Bilindiği üzere; mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 390. maddesine göre, vekilin sorumluluğu umumi surette işçinin sorumluluğuna ait hükümlere tabi olup; vekil, vekâlet görevini iyi bir surette ifa ile yükümlüdür. Bu hükümdeki “iyi bir suretle ifa” söz dizininin, mehaz İsviçre Borçlar Kanunu'nun 398/2. maddesindeki ifadeye uygun olarak “sadakat ve özen ile ifa” şeklinde anlaşılması gerekir. Buna göre, vekil, vekâlet görevini ifa ederken müvekkiline sadakat ( bağlılık ) göstermekle ve vekâletin konusunu oluşturan işi özenle yapmakla yükümlüdür.
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 506. maddesinde ise vekilin sorumluluğunun genel olarak işçinin sorumluluğuna tâbi olduğuna ilişkin düzenleme yerine, maddenin ikinci fıkrasında vekilin vekâlet sözleşmesinden doğan sorumluluğuna özgü bir düzenleme yapılmış ve “vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür” hükmü getirilmiştir.
Vekâlet sözleşmesinin, hizmetle ilgili diğer sözleşmelere oranla, çok daha sıkı bir şekilde karşılıklı güvene dayalı olduğu öğreti ve uygulamada ittifakla benimsenmektedir. Vekâlet ilişkisinin kurulmuş olması, karşılıklı güven unsurunun vekâlet sözleşmesinin kurulması aşamasında her iki taraf yönünden mevcut olmasıyla mümkündür ve bunun o aşamada varlığının göstergesidir. Ne var ki, vekâlet sözleşmesinin niteliği gereğince, bu unsur, sözleşmenin devamı süresince de varlığını korumalıdır. Eğer, başlangıçta mevcut olan karşılıklı güven, sözleşme süresi içerisinde gerçekleşen olgulardan dolayı bir taraf yönünden haklı olarak zedelenir veya ortadan kalkarsa, o taraf sözleşmeyi her zaman feshedebilir. Bu ilke, Borçlar Kanunu'nun 396/1. maddesinde, “Vekâletten azil ve ondan istifa her zaman caizdir” şeklinde ifade edilmiştir. Aynı ilke 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 512. maddesinde de belirtilmiştir.
Karşılıklı güven' kavramının, her iki tarafın vekâlet sözleşmesi çerçevesinde gerçekleşen ilişkilerinde ‘karşılıklı saygı' unsurunun varlığını evleviyetle içereceği ve gerektireceği açıktır.
Öte yandan 1136 sayılı Avukatlık Kanununun 174. maddesi, davaya vekâlette azil veya istifaya, bunların haklı nedenlere dayalı olup olmamasına göre değişen, farklı sonuçlar bağlamaktadır. Anılan madde uyarınca üzerine aldığı işi haklı bir sebep olmaksızın takipten vazgeçen avukat hiçbir ücret isteyemez ve peşin aldığı ücreti geri vermek zorundadır. Avukatın haksız azli halinde ücretin tamamı verilir. Şu kadar ki, avukat kusur veya ihmalinden dolayı azledilmiş ise ücretin ödenmesi gerekmez.
1136 Sayılı Kanunun 174. maddesine göre avukat haklı bir nedenle azledildiği takdirde ücrete hak kazanamaz ise de haksız azil halinde, anılan madde uyarınca avukatlık ücretinin tamamının ödenmesi gerekir. Haksız azledilen vekilin avukatlık ücreti, ücret sözleşmesinde kararlaştırılan ücretin tamamıdır.
Bunun yanında, 1136 sayılı Avukatlık Kanununun 164. maddesinin son fıkrasında yer alan "Avukatla iş sahibi arasında aksi yazılı sözleşme bulunmadıkça tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek avukatlık ücreti avukata aittir." hükmü 4667 sayılı Kanunla değiştirilerek "Dava sonunda, kararla tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek vekâlet ücreti avukata aittir." hükmü getirilmiştir. Avukatlık Kanunu'nun 164 üncü maddesinin son fıkrasında yapılan değişiklik ile daha önce avukatla iş sahibi ( müvekkil ) arasında aksi yazılı sözleşme hükmü bulunması halini içeren istisnai durum ortadan kaldırılarak her halükarda mahkemenin tarife kararına istinaden haksız çıkan tarafa yükletilecek vekâlet ücretinin diğer taraf avukatına ait olduğu hükme bağlanmıştır.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında somut olay değerlendirildiğinde; taraflar arasında düzenlenen ücret sözleşmesinde kararlaştırılan ücretin, sadece "A... Ltd. Şti" aleyhine açılacak akdin ifası davası işi için olduğu, bu işle ilgili olsa dahi bundan doğacak herhangi bir başka işi kapsamına almayacağı, bu işle ilgili uyuşmazlıklar ve kovuşturma işlemi çıkması halinde avukata ayrıca ücret ödenmesi gerekeceği kararlaştırılmıştır. Bu durumda avukata verilen işin sadece mezkûr açılacak davaya ait olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Buna göre verilen iş, icra safhasını kapsamadığını kabul etmek gerekir. Ayrıca davalı taraf davacı avukatı azletmemiş gönderdiği ihbarname ile sadece açılan dava dolayısıyla icra takibi yapmamasını istemiştir. Davacıya gönderilen ihtar azil mahiyetinde değildir. Davacı avukatın davalı namına takip ettiği davada tüm yasa yolları tüketilip henüz karar kesinleşmeden vekillikten istifası haksız bir istifadır. Avukatlık Kanunu'nun 174. maddesine göre de "üzerine aldığı işi haklı bir sebep olmaksızın takipten vazgeçen avukat hiçbir ücret isteyemez. Bu nedenlerle, mahkemece davanın reddine karar verilmesinin usul ve yasaya uygun olduğu Hukuk Genel Kurulu'nun çoğunluğunca benimsenmiştir.
O halde, Hukuk Genel Kurulu'nun çoğunluğunca usul ve yasaya uygun olduğu benimsenen direnme kararının onanması gerekmiştir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, bir kısım üyelerce; Özel Daire bozma gerekçelerinin yerinde olduğu, davacı avukatın ilamın icrasına ilişkin yetkisinin elinden alınmasının aynı zamanda ahzu kabz yetkisinden azil niteliğinde bulunduğu, aksi düşünülse bile bu davranışın davacı yönünden güven ilişkisini sarsıcı nitelikte ve haklı istifa nedeni olduğu, yerel mahkemenin direnme kararının bu nedenle usul ve yasaya uygun olmadığı ileri sürülmüş ise de Hukuk Genel Kurulu'nun çoğunluğunca bu görüş benimsenmemiştir. Davacının temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA karar verildi.
Yargıtay 15. Ceza Dairesi
2017/14479 E.2017/18849 K.
SUÇ : Hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma
ÖZET: Sanık avukat...'ın alacaklı şikayetçi ... vekili sıfatıyla ... Sigorta A.Ş hakkında faizi ile birlikte toplam 37.714,44 TL alacağını tahsili amacıyla ... İcra Müdürlüğünün 2008/7722 esas sayılı dosyası üzerinden başlattığı icra takibinde alacağa mahsuben 25/06/2008 tarih ve... sayılı reddiyat makbuzu ile 33.775,38 TL aldığı halde şikayetçiye vermeyerek uhdesinde tuttuğu, bu şekilde hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçunu işlediği iddia olunan olayda;
KARAR:Yargıtay 15. Ceza Dairesinin 16/12/2014 tarihli birinci bozma ilamı ile "..18.09.2006 tarihli avukatlık ücret sözleşmesinde karar tarihinde asıl alacak ve faizleriyle birlikte davacıya ödenmesi gereken tazminat miktarının %20'sinin vekalet ücreti olarak ödeneceğinin belirtilmesi, şikayetçinin masraflar için sadece 500 Euro verdiğini diğer masrafları sanığın karşılayacağını beyan etmesi dikkate alınarak, hükmedilen asıl alacak ve faizleri ile birlikte sanığa şikayetçi tarafından ödenmesi gereken toplam vekalet ücreti miktarı hesaplandıktan sonra sanığın hukuki durumunun tayin ve takdiri..." gerektiği belirtilerek hükmün bozulmasına karar verildiği ve yerel mahkemece bozma ilamına uyulmasına karar verilerek bilirkişi incelemesi yaptırıldığı ve sanık hakkında beraat hükmü verildiği, katılan vekilinin temyizi üzerine dosyanın incelemesi yapılarak,
Yargıtay 15.Ceza Dairesinin 14/01/2016 tarihli ikinci bozma ilamı ile “...alınan ek bilirkişi raporun da katılan ...'ın, tahsil edilmesi mümkün olmayan faiz miktarı üzerinden hesaplama yapıldığı, sanığın Antalya 5. Asliye Hukuk Mahkemesinin 200/1617 Esas 2007/421 karar sayılı hükmünde tahsil edilebilecek kısmına ilişkin icra takibi yaptığı, hesaplamanın bu miktar üzerinden yapılması gerektiği, icra takipleri ve mahkeme ilamında ki hükmedilen tazminat miktarları da göz önünde bulundurulduğunda, denetime imkan sağlayacak nitelikte olmayan, uzmanlık alanı tespit edilemeyen yetersiz bilirkişi raporu ile yazılı şekilde hüküm kurulduğu...” gerekçesi ile yerel mahkemenin verdiği hükmün bozulmasına karar verildiği ve yerel mahkemece bozma ilamına uyulmasına karar verilerek Mali Müşavir bilirkişiden 27/04/2016 tarihli rapor alındığı ve yargılama sonucunda sanığın icra müdürlüğünden tahsil etmiş olduğu parayı, katılan ile yaptıkları avukatlık ücret sözleşmesi nedeniyle hak ettiği vekalet ücreti alacağına mahsuben uhdesinde tuttuğu, bu nedenle sanık hakkında atılı suçun yasal unsurlarının oluşmadığı gerekçesiyle beraat hükmü verildiği, alınan bu bilirkişi raporunda sanık ile katılan arasında yapılan 30/10/2000 tarihli avukatlık ücret sözleşmesinde yer alan hükümlere göre hesaplama yapıldığı, ancak Yargıtay 15.Ceza Dairesinin 16/12/2014 ve 14/01/2016 tarihli bozma ilamlarında katılan ile sanık arasında imzalanan 18/09/2006 tarihli avukatlık ücret sözleşmesinde yer alan düzenlemelere göre hesaplamanın yapılarak karar verilmesi gerektiğinin belirtildiği, 27/04/2016 tarihli bilirkişi raporunda ise 18/09/2006 tarihli avukatlık ücret sözleşmesinde yer alan hususlara değinilmeden sadece 30/10/2000 tarihli sözleşmeye göre hesaplama yapılarak rapor düzenlendiği, yerel mahkeme tarafından bu konuda ve tarafların itirazları doğrultusunda ek bilirkişi raporu alınmadığı hususları birlikte değerlendirildiğinde, gerçeğin kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya çıkarılması amacıyla Yargıtay 15.Ceza Dairesinin bozma ilamları doğrultusunda taraflar arasında düzenlenen her iki avukatlık ücret sözleşmesinde yer alan hususların ve tarafların itirazlarının değerlendirildiği ek bilirkişi raporu alındıktan sonra, toplanan tüm delillerin sonucuna göre sanığın hukuki durumunun tayin ve takdirinin gerektiği gözetilmeden eksik incelemeyle yazılı şekilde beraat hükmü verilmesi,
Bozmayı gerektirmiş, katılan vekilinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebepten dolayı 5320 sayılı Kanunun 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK'nın 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 25/09/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Danıştay 13. Daire Başkanlığı
Esas No:2017/923
Karar No:2017/1830
Özet: İstanbul 3. İdare Mahkemesi'nin 02.03.2017 tarih ve E:2017/281, K:2017/508 sayılı kararının; davacının Yapım İşleri Uygulama Yönetmeliği ekinde standart form olarak yer alan "anahtar teknik personel listesini" sunmadığı, eksik belge sebebiyle teklifin değerlendirme dışı bırakıldığı ileri sürülerek bozulması istenilmektedir.
Savunmanın Özeti : Savunma verilmemiştir.
Danıştay Tetkik Hâkimi : Temyiz isteminin reddi ile Mahkeme kararının onanması gerektiği düşünülmektedir.
OLAYLAR: Karar veren Danıştay Onüçüncü Dairesi'nce, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra, dosya tekemmül ettiğinden yürütmenin durdurulması istemi hakkında ayrıca bir karar verilmeksizin işin gereği görüşüldü:
Dava, .........................Tanzimi İşi ihalesinde davacı şirketin "Anahtar Teknik Personel Listesini (Standart Form KTB 31/U)" sunmadığı gerekçesi ile teklifinin değerlendirme dışı bırakılmasına ilişkin işlem ile ihalenin Alay İnşaat Taahhüt Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti.'ne verilmesine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesi'nce; uyuşmazlığın çözümlenebilmesi için davacının sunmadığı “Anahtar teknik personel listesi”nin niteliğinin ortaya konulması gerektiği, belli istekliler arasında ihale usulü ile ihale edilen uygulama işlerinde uygulanacak tip idari şartnamenin ve davalı idare tarafından hazırlanan standart formun incelenmesinden, bu belgenin ihaleye katılan isteklilerin ihale tarihinden önce işe alınmış ve ihale tarihi itibarıyla isteklinin bünyesinde bulunan en az 5 yıl deneyimli anahtar teknik personel niteliğinde mimar çalıştırdıklarını belgelendirmeye yönelik bir belge olduğunun görüldüğü, öte yandan, davacı tarafından ihaleye katılım aşamasında sunulan “Anahtar teknik personel niteliğindeki personel listesi” ile “Anahtar teknik personel beyannamesi”nin, "Anahtar teknik personel listesi"nde aranan bilgileri (Adı soyadı/Unvan/Toplam Deneyimi/Yıl) kapsadığı, davacı istekli tarafından ismi verilen mimarın 26.11.1982 gününden başlayarak üye olduğu bilgisini içeren TMMOB Mimarlar Odası Üye Tanıtım Belgesinin, ........... tarihli Orta Doğu Teknik Üniversitesi Yüksek Lisans diplomasının, ...............tarihli Türkiye Ticaret Sicil Gazetesinin ve 11.06.2007 tarihli İmza Sirkülerinin de bu bilgileri tevsik ettiği, bu durumda; davacı tarafından “Anahtar teknik personel listesi” sunulmamış olsa da sunulan diğer bilgi ve belgelerden ihale kapsamında ismi verilen mimarın, ihale tarihinden önce ve ihale tarihi itibarıyla isteklinin bünyesinde çalıştığının, en az 5 yıl deneyimi bulunduğunun açıkça anlaşılması nedeniyle anılan belgenin sunulmamış olmasının esasa etkili bir eksiklik olarak değerlendirilemeyeceği, ihale mevzuatı gereğince belgelerdeki esasa etkili olmayan bilgi eksikliklerinin sonradan tamamlatılabileceği karşısında, davacı şirketin teklifinin değerlendirme dışı bırakılması suretiyle gerçekleştirilen dava konusu ihale işleminde mevzuata ve hukuka uygunluk bulunmadığı, nitekim Danıştay Onüçüncü Dairesi'nin 08.10.2012 tarih ve E:2012/2116, K:2012/2363 sayılı kararında da; istekli tarafından sunulan diğer bilgi ve belgelerden, formla aranılan bilgilerin tevsik edilmesi hâlinde standart formun eksikliğinin esasa etkili olarak değerlendirilmeyeceğinin vurgulandığı, öte yandan, davalı idarece Mahkeme kararı doğrultusunda davacı ile birlikte diğer isteklilerin de teklifleri değerlendirilmek suretiyle ihalenin gerçekleştirilebileceği gerekçesiyle dava konusu işlemlerin iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
KARAR: Dava konusu işlemlerin yukarıda özetlenen gerekçeyle iptali yolundaki temyize konu İstanbul 3. İdare Mahkemesi'nin 02.03.2017 tarih ve E:2017/281, K:2017/508 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 49. maddesinde sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, temyiz istemi yerinde görülmeyerek anılan Mahkeme kararının ONANMASINA; temyiz giderlerinin istemde bulunan üzerinde bırakılmasına, posta giderleri avansından artan tutarın davalıya iadesine, dosyanın anılan Mahkeme'ye gönderilmesine, 2577 sayılı Kanun'un 20/A maddesinin ikinci fıkrasının (i) bendi uyarınca kesin olarak (karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere), 06.06.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi Genel Kurul
Başvuru Numarası: 2014/6673
Karar Tarihi: 25.07.2017
OLAYLAR :Başvuruya konu taşınmaz, açık arttırma suretiyle 1944 yılında tapu kaydıyla üçüncü kişilere satılmış, 1946 yılında yapılan orman tahdidinde orman sınırları içinde kalmış, bu nedenle 1964 yılında yapılan orman tapulaması (kadastrosu) sırasında tapulama dışı bırakılmıştır. 1974 yılında taşınmazın bir bölümü fundalık olarak tapu kaydıyla başvurucu tarafından satın alınmıştır. Taşınmazın bulunduğu saha 1975 yılında “2/B” olarak adlandırılan uygulama ile Hazine adına orman dışına çıkarılarak orman kadastro parseli içinde bırakılmıştır. 1980 yılında yapılan kadastro çalışmasında başvurucunun hissesinin bulunduğu iddia edilen taşınmaz makilik olarak Maliye Hazinesi adına tespit edilmiştir.
Başvuruya konu taşınmazda mülkiyet iddiasında bulunan ve itirazları reddedilen çok sayıda kişi 1982 yılında dava açmış, bu dava çok sayıda aşamayı kapsayan uzun bir yargılama sürecini müteakip 2006 yılında sonuçlanmıştır.
Söz konusu davaya taraf olmayan, öncesinde başka bir dava da açmayan başvurucu, anılan davada verilen kararın kesinleşmesinden sonra tapu siciline güvenerek aldığı taşınmazın Hazine adına kaydı nedeniyle zarara uğradığını ileri sürerek 2009 yılında tazminat davası açmıştır.
İlk derece mahkemesi davayı 2012 yılında reddetmiştir. Yargıtay 2013 yılında verdiği kararla, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 1007. maddesi uyarınca devletin kusursuz sorumluluğu nedeniyle açılacak tazminat davalarının 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun 125. maddesi gereğince on yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olduğu ancak başvurucunun açtığı davanın on yıllık zamanaşımı süresi içinde açılmadığı şeklindeki farklı gerekçeyle ilk derece mahkemesi kararını onamıştır. Başvurucunun karar düzeltme talebi de 2014 yılında reddedilmiş ve karar kesinleşmiştir.
Başvurucunun İddiaları
Başvurucu, tapu siciline güvenerek satın aldığı taşınmazın kadastro çalışması sırasında Hazine adına tespiti ve bu sebeple uğradığı zararın tazmini için açtığı davanın da zamanaşımı gerekçesiyle reddedilmesi sonucu mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
KARAR :Anayasa Mahkemesi bu iddia kapsamında özetle aşağıdaki değerlendirmeleri yapmıştır:
Yargıtay, 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi uyarınca açılacak tazminat davalarının 818 sayılı Kanun'un 125. maddesi gereğince on yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olduğunu kabul etmektedir. Buna göre kadastro tespiti nedeniyle mülkiyetin kaybının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl içinde tazminat davasının açılması gerekmektedir.
Daire, başvurucunun 1980 yılında Hazine adına yapılan tespite karşı dava açmadığını ve dolayısıyla kadastro tespitinin davacı yönünden kesinleştiğini belirterek 26.6.2009 tarihinde açılan davada zamanaşımı süresinin geçtiğine ve bu nedenle davanın reddi gerektiğine hükmetmiştir.
Başvurucunun 1980 tarihli kadastro tespitine karşı dava açmadığı hususunda bir ihtilaf bulunmamaktadır. Dolayısıyla Daire kararı gözetildiğinde başvurucunun en son 1990 yılında dava açmış olması gerekmektedir. Ancak anılan tarihteki Yargıtay içtihadı 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinin tapu kütüğünün oluşumu sırasında yapılan hataları kapsamadığı biçimindedir. Diğer bir ifadeyle o tarihteki içtihat itibarıyla 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde düzenlenen sorumluluk davası, başvurucunun tazminat iddiasını incelemeye ve gerekirse başvurucu lehine tazminata hükmedilmesine elverişli bir yol değildir. Bu dava, Yargıtay HGK'nın 18.11.2009 tarihli içtihadından sonra başvurucunun tazminat talebinin incelenmesi bakımından etkili ve elverişli hâle gelmiştir.
Dairenin 18.11.2009 tarihinde oluşan bu hukuki yol için zamanaşımı süresinin 1980 yılından itibaren işlemeye başladığı yolundaki kabulü, 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde öngörülen dava yolunu başvurucu açısından anlamsız hâle getirmiştir. 18.11.2009 tarihinden önce başvurucunun talebi yönünden etkisiz olduğu açık olan bir yolun başvurucu tarafından 1990 yılından önce tüketilmesinin beklenmesi başvurucuya aşırı bir külfet yüklenmesi sonucu doğurmuştur. Zira bu yol, başvurucunun talebi yönünden 18.11.2009 tarihinden sonra etkili hâle gelmiştir.
Dairenin bu yorumu, aşırı şekilci ve katı olup 18.11.2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş bulunan başvurucular yönünden 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi kapsamındaki tazminat yolunu etkisizleştirmektedir. Sonradan oluşan bir hukuk yoluna ilişkin zamanaşımı süresinin kişinin bu yola başvurmasını kesin olarak imkânsız hâle getirecek bir tarihte başlayacağının kabulü, sınırlamanın istisna olduğu ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Bununla birlikte 818 sayılı Kanun'un 125. maddesi gereğince on yıllık zamanaşımı süresinin hukuki güvenlik ve istikrarın sağlanması amacına matuf olduğu gözetildiğinde bu sürenin tamamen göz ardı edilmemesi gerektiği de açıktır. Başvurucunun dava açma hakkını kullanabilmesindeki bireysel yarar ile hukuki güvenlik ve istikrar ilkesinin sağlanmasındaki kamu yararı arasında, dava açmanın süreye bağlanmış olmasını anlamsız kılmayacak şekilde bir denge kurulmalıdır. Bu denge kurma çabasının, on yıllık zamanaşımı süresinin, bu hukuki yolun oluştuğu 18.11.2009 tarihinden itibaren yeniden işleyeme başlayacağının kabulünü zorunlu kılmadığının altı çizilmelidir. Aksi takdirde zamanaşımı süresi öngörülmesi anlamsız hale gelecek ve kamu yararı ile bireysel yarar arasında gözetilmesi gereken denge kamu yararı aleyhine bozulmuş olacaktır. Önemli olan husus, 18.11.2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş bulunanlar yönünden 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi kapsamında dava açılabilmesine imkân tanınmış olmasıdır. Bu durumda 18.11.2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolan başvurucuların dava açabilmelerini mümkün kılacak makul bir süre öngörülmesi, kamu yararı ile bireylerin mülkiyet hakkının korunması arasında adil bir dengenin kurulabilmesi bakımından yeterli olup bu sürenin ne kadar olacağının takdiri derece mahkemelerine ve özellikle içtihat mahkemesi konumunda olan Yargıtay’a ait olduğu kuşkusuzdur.
Özetle, başvurucunun talebi yönünden 18.11.2009 tarihinde etkili hâle gelen hukuk yolunun bu tarihten önce tüketilmesi gerektiği gerekçesiyle reddedilmesi suretiyle başvurucuya yüklenen külfet, kamu yararı ile bireyin mahkemeye erişim hakkı arasında kurulması gereken adil dengeyi başvurucu aleyhine bozmuş ve mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahaleyi orantısız kılmıştır.
Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
BaroKart Blog'da bulunan Yüksek Mahkeme Kararları yargitay.gov.tr, danistay.gov.tr, anayasa.gov.tr resmi internet sitelerinden alınmıştır.

|